Bugünlerde birileri “AB sopasıyla” AK Parti hükümetini dövmeye çalışıyor. Şu artık cılkı çıkmış “hükümet yüzünü doğuya döndü” argümanı belki beş yüzüncü defa ısıtılıyor. Diğer yandan AB’nin yeni açıklanan ilerleme raporu Türkiye’ye karşı açıkça haksızlıklar içeriyor.
Evet, bunlar doğru. Ama şu da başka bir doğru: Ne Avrupa’nın Türkiye’den vazgeçebilme lüksü var ne de Türkiye’nin AB perspektifini terk etme lüksü.
Türkiye’nin AB üyeliğinin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği fikrini uzun yıllardır savunan biri olarak söylüyorum bunu. Dahası, geçmişte Brüksel’in siyasi dayatmalarına ve bizdeki teslimiyetçi politikalara her zaman karşı çıkmış biri olarak “Türkiye AB perspektifini kaybetmemeli” diyorum.
Çünkü Türkiye’nin AB üyesi olup ol(a)mayacağı bambaşka bir meseledir. Buna karşılık Türkiye-AB ilişkileri ne Türkiye açısından ne de Avrupa açısından “tam üyelik” konusuyla sınırlanamayacak kadar önemli olan “asıl mesele”dir.
Türkiye’nin özellikle son 10 yıldaki AK Parti hükümetleri döneminde uluslararası arenada artan ağırlığı bir “denge”nin ürünüydü: Türkiye’yi batı dünyasında değerli kılan özelliği Ortadoğu’da stratejik derinliğe sahip olması ve İslam ülkeleri üzerindeki nüfuzuydu. İslam dünyasındaki bu nüfuzunu ise büyük oranda demokratik bir rejime sahip olmasına ve batı dünyasının bir üyesi sayılmasına borçluydu. Demek ki Batı için bizim doğudaki etkinliğimiz önemli. Doğu için ise batıdaki etki gücümüz.
Bu bakımdan bugünkü iktidarın Avrupa perspektifinden vazgeçmesi düşünülemez. Haddizatında AK Parti döneminin gerek siyasi gerekse ekonomik başarılarının büyük ölçüde “AB çıpası”nın yardımıyla gerçekleşmiş olduğunu inkâr eden yok. Ayrıca toplumsal ve idari mevzuat alanındaki ıslahat da maalesef kendi kendine değil, Avrupa ile entegrasyon politikası sayesinde sürdürülebiliyor.
Ne var ki “Avrupa Birliği perspektifi” Türkiye’nin kendi hedeflerine yürüyüşünde bunca olumlu rol üstlenmiş olmasına rağmen zaman içinde taşınamaz bir yüke dönüştü. Çünkü AB tarafının popülist ve dar görüşlü politikacıların elinde hoyratça sürdürülen Türkiye politikası aradaki ilişkinin realist bir zeminde yürütülme şansını ortadan kaldırdı. İlişkiler “ya tam üyelik ya düşmanlık” anlayışına hapsoldu.
Avrupalı muhataplarımız kırdıkları vazoyu tamir edemediler. Yerine yenisini de getiremediler. Buna mukabil “fazla naz” Türk tarafını usandırdı. Böylece iki tarafın da stratejik çıkarlarını ilgilendiren ilişki bir anda “tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna” havasına girdi.
Evet, Avrupalılar son yıllarda kendi kıtalarının dışında yalnızca ekonomik güçleriyle etkinlik kuramayacaklarını fark etmeye başladılar. Özellikle Irak savaşı sırasında ABD karşısındaki güçsüzlükleri ortaya çıktığında Türkiye’nin içinde yer almadığı bir AB’nin jeopolitik derinlik kazanmasının ve dolayısıyla politik bir aktör olarak küresel sahneye çıkmasının imkânsız olduğunu gördüler.
Bütün bunları itiraf eden Avrupalılar da çıktı çıkmasına... Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini de başlattılar başlatmasına... Ama Türkiye’ye karşı 50 yıldır izlenen hatalı politikalar için özeleştiride bulunan çıkmadı. Dahası üsluplar değişmedi. Belki Türkiye ile ortaklık konusunu kendi toplumlarına kabul ettirmeleri gerçekten zor olduğu için...
Bizde ise Avrupa’nın süregelen kibirli, dışlayıcı ve dayatmacı tavırlarının oluşturduğu ciddi toplumsal reaksiyon karşısında siyasetin akıntıya kürek çekmesi çok makul bir beklenti olmaz. Özellikle de Avrupa bir ekonomik krizle boğuşurken.
Ne var ki Avrupa Birliği ile ilişkimizin stratejik dayanakları var. Bunları duygusal veya popülist tavırlara feda edemeyiz. Bugün Avrupa Birliği’ne geçmişe nazaran daha az ihtiyacımız var diye yarınlardan taviz veremeyiz. Avrupa Birliği’nin yarın ayakta kalıp kalamayacağı belirsiz olabilir. Ama “Avrupa ülkeleri” ile aynı kıtayı paylaşmaya devam edeceğimiz ve bu ülkelerin uluslararası alandaki etkinliğinin ortadan kalkmayacağı muhakkak.
Bir de şu var: Türkiye tek kanatla uçamaz. Ne AB perspektifiyle ve batı ittifak sistemi içinde yer almakla yetinebiliriz ne de sadece İslam dünyasıyla ilişkileri geliştirmekle. Türkiye’nin stratejik avantajları ancak her iki dünyada da etki gücü sürdürülebilirse korunabilir.
Ayrıca Türkiye’nin 1. Murat devrinden bu yana bir “Avrupa devleti” olduğunu da unutmamak gerekir.