Hukukun üstün olması gerektiğine inanıyorum. Benim için adalet toplumsal refahtan daha değerli, daha gerekli ve daha erdemli bir toplumsal mutabakat kavramıdır. Refah içinde yaşayan bir toplumdan mı yanasın, yoksa adil bir toplumdan mı sorusu sorulduğunda, tereddütsüz bir şekilde, benim tercihim ve kararım adil toplum olur. Toplumsal hayatımızın merkezinde bir paradigma olarak adaletin yer alması gerektiğine inananlardanım. Merkez ve her şeyi belirleyen temel insani ilişkilerimizin kaynağında, doğasında, ruhunda, şekil ve özünde ve son kertede de kendi kendine yeterli, kendi başına tek neden olarak adaleti sahiplenmemiz gerektiğine bütün yüreğimle inanıyorum.
Adalet, yolumuzu aydınlatan en büyük deniz feneridir. Adaletsiz bir toplum kesinlikle karanlıkta kalmış, el yordamıyla yolunu bulmaya çalışan saldırgan ve zalim bir toplumdur. Bizi iyi yapan şey adalet duygumuzdur. Tersi de doğrudur, bizi kötü yapan da körelmiş adalet duygusu ile adil olmayan davranışlar sergilemektir. İyi ve kötünün merkez ayrımında sadece adalet vardır. Adil isek “iyi” kategorisindeyiz. Değilsek kötüler kervanına katılmışız demektir.
Bu yazıyı yazmaya başlarken ilk cümlesinde söylediğim gibi, hukukun üstünlüğüne inanıyorum. Her koşulda ve her zaman diliminde her şeye rağmen, şaşmaz ölçümüz hukuk, hak ve adalet olmalıdır.
Hukukun üstünlüğüne inanmak ile bugün yaşadığımız gezegende hukukun üstün olduğuna inanmak aynı şey değildir. Hukukun üstün olmasına inanıyorum, ama ulusal ve uluslararası ilişkilere hukukun egemen olduğuna inanmıyorum. Bu inancımın önünde engel olarak gördüğüm bir dizi olumsuz örnek var; ama en büyük ve emsalsiz tek örnek bizzat ABD’nin kendisidir.
Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD kendi ulusal çıkarlarını bütün dünyaya uluslararası hukuk diye dayatmaya başladı. Bütün uluslararası antlaşmaların özünde ABD’nin çıkarları var ve bu çıkarları güç dayatması ile sözüm ona devletlerarası ilişki hukuku metinlerine dönüştürüldü.
Devletlerarası ilişkilere kisve olsun diye icat edilen bir dizi uluslararası hukuki metin aslında ABD’nin çıkarlarını kollayan basit talimatlardan ibaret. Son örneklerinden biri de, Reza Zarrab davası olarak kamuoyuna deklere edilen davadır.
Bilindiği gibi ABD’nin Birleşmiş Milletler kararı olmadığı halde İran’a uyguladığı tek taraflı ambargo bir dizi devlet tarafından benimsenmedi. Başta Rusya ve Çin olmak üzere normal ilişkilerinin üstüne çıkarak, adeta İran’la ekonomik işbirliği ilan ettiler. Bu iki devletin İran’la kurdukları ticari ilişki 100 milyar dolarları aştı. Bu durum ambargonun delinmesi ve dolayısıyla dava konusu olmadı.
Peki ama neden ABD Reza Zarrab’tan hareketle hem Reza Zarrab’ı hem de şimdilik örtük olarak Türkiye’yi sanık sandalyesine oturtmak istiyor? İran’a söz konusu ambargoyu ABD uygularken Türkiye’nin bu konuda çok ciddi arabuluculuk yaptığını herkes biliyor. Ve yine herkes çok iyi biliyor ki Türkiye söz konusu ambargo kararının altına imza da atmadı.
Eğer İran’a ambargo uygulamak ABD ve Türkiye arasında bir sözleşmeye dayanmıyorsa, ABD hangi hukuk normları ile Türkiye’yi bundan sorumlu tutabilir? Türkiye ve ABD arasında bir akit söz konusu değil. Tam tersine Türkiye bu karara muhalif olduğunu ilk gün açıklamıştı. Peki neden ABD Türkiye’yi suçlu ilan edip itibarsızlaştırmak istiyor?
Aslında nedeni basit; Türkiye artık ABD’nin Ortadoğu’daki bir ileri karakolu değil. Türkiye Ortadoğu’da ABD’nin her istediğine selam çakıp esas duruşa geçen o eski Türkiye değil. Reza Zarrap davasının merkezinde, Ortadoğu meselesinde Türkiye ve ABD ihtilafları yer almaktadır. ABD yeni Ortadoğu politikası için Türkiye’yi rehin almak istiyor ve Reza Zarrab davası elindeki tek şantaj kozu.