Geçenlerde ilgilisinin yakaladığı bir haber vardı. Türkiye’nin marka değeri yüzde 41 arttı ve 688 milyar dolara ulaştı. Geçen sene bu rakam 487 milyar dolar. Ülke markaları liginde 19. sırada yer alıyor. İlk 20 ülke arasında Türkiye en hızlı büyüyen; totalde ise Malezya, SriLanka ve Tayland’dan sonra en hızlı büyüyen dördüncü ülke oldu bu sene. Brand Finance’in yayınladığı ‘Nation Brands 2013’ raporunun özetinde ise Türkiye’nin dört ana alanın hepsinde, yani ulusal ve uluslararası olmak üzere, ‘yatırım, turizm, insan ve yetenek kaynağı ile ürün ve servisler’ segmentlerinde başarısının altını çiziyor. Rapor diğer taraftan, ihracat alanında Türkiye’nin koyduğu projeksiyona da değiniyor. Bu rakamlar, sıralama gerçekten de önemli, tamamen de bilimsel. Yeni Türkiye yükseliyor. Diğer taraftan ise dünyanın ilk 500 markası arasında ise şu ana kadar bir Türk markasından bahsedemiyoruz. Bildiğiniz şeyler Apple zirvede, 500. marka ise Svenska Handelsbanken, İsveç Bankası. Değeri 23 küsur milyar dolar. Bizim en değerli markamızın değeri ise 2 küsur milyar. Aradaki farka bakalım. Daha çok yolumuz var.
Katedilecek yol olsun, edilir, sorun değil. İçeriden ve dışarıdan engelleyen olmasa! Bunu neden söyledim, zira bir de not var ‘Brand Finance’ raporunda, başarı hikayesinden dem vururken ‘sosyal politikada yaşanan bir takım huzursuzluklara rağmen’ diyor. İşte, burada beni rahatsız eden, gündemde de konuşulan, yol arkadaşlığı meselesi aklıma geliyor.
Bana arkadaşını söyle... diyememek
Hafsalamızda bazı deyimler vardır, yüzyılların akıl ve tecrübe imbiğinden süzülmüş gelmiş. Onlardan biri de yol arkadaşlığıdır. Örnek olarak, cephede savaşanların silah arkadaşlığı, zorlu-zahmetli yolculukla yapılan hac arkadaşlığı, asker arkadaşlığı, cezaevi arkadaşlığı, iş yeri arkadaşlığı, siyaset arkadaşlığı, dava arkadaşlığı. Çoğaltmak mümkün. Bir de dostluk var. Sanırım, bunu farklı olarak ele almak lazım. Emin olmak, bütünün bir parçası olarak kabul etmek, kendinden görmek. Dost da budur işte. Yanıltmayan, şaşırtmayan, düştüğünde seni kaldıran... ‘Çokça arkadaşın olacağına iki elin parmağı kadar dostun olsun yeter’ sözü ile de bunu pekiştirebiliriz. Ama kural şu. Önce gerçekten tanıyacaksın. En basitinden, Dedem Korkut der ki; ‘Bir insanı tanımak mı istiyorsun ya yol arkadaşlığı yap ya da alışveriş’... Bu da matematikteki sağlama gibi bir şey işte. Peki, yanılma payı yok mu? Var elbette. Ya da varmış demek ki.
Dostumun düşmanı dostumdur’ ne ola ki!
Yol arkadaşlığı, dostluk olunca daha da pekişen bir şey. Ama gerçekten de bu bugün böyle mi. Kardeşlikten dem vurulduğu bir coğrafyada daha dost olmanın ‘minimum gerekliliklerini’ bile yerine getirememek ne demek yahu? Hani, ‘dostumun dostu...’ kuramları vardır, peki şimdi durup dururken çıkan ‘dostumun düşmanı dostumdur’ mantığını ne ile izah edeceğiz?
Dostluğu da geçtim, insanlar birbirlerinin elinden, dilinden, kem gözünden emin olsa dünya ne kadar güzel olur değil mi? Irkı, dili, dini ne olursa olsun. Pollyannacılık mı oldu çok? Peki, tersinden bakalım o halde. Her yönüyle sana benzeyen, en yakınına kadar sokulmuş, birlikte yürüdüğünü düşündüğün insanlar, ‘an’ gelince ‘hainlik’ yaparlarsa... Aklıma vahşi kapitalizmin şu kuralı geliyor: “Yıkmak istediğinle dostluk kuracaksın.” En yakınına kadar girip hatalarını araştıracaksın. Kendinde yoksa yakınlarını çembere alacaksın. O da olmazsa uydurup yakıştıracaksın. Bunları da algı yönetimi ile tüm imkanlarınla katmerlendireceksin. Kayda ‘bağzı şeyler’ alacaksın, belirlenen zamanda da kullanacaksın. Vay arkadaş! Bu sağdan gelen. Bir de soldan geleni var bu işin. Marksist-Leninist propagandada da şu vardır. “Yıkmak istediğinin bir kötülüğünü bulacaksın.” Bulamazsan yakıştıracaksın, cümle aleme anlatacaksın. Hatayı düzeltme yoluna gitmeyeceksin, bir ayıbı daha da ayıplı hale getireceksin. Bizdeki de bunun hibrid versiyonu işte. Balık kavağa çıkmış, leylek sıpa doğurmuş yani... Besbelli olan bu.
Bazı dükkanlarda, esnaflar asarlar ya bir levha, görmüşünüzdür siz de. Çok hoşuma da gider. “Beni bir kez aldatırsan sana, ikinci kez aldatırsan bana yazıklar olsun...” Son sözü Yunus’umuza bırakalım. “Gözsüze fısıldadım/Sağır sözüm işitmiş/Dilsiz çağırıp söyler/Dilimdeki sözümü...”