Avustralya’nın Queensland eyaletinin başkenti Brisbane’de 15-16 Kasım’da gerçekleşecek G-20 Zirvesi’ne Türkiye dönem başkanlığı yapıyor; bu bizim için önemli ama bu zirvenin, küresel düzlemde bundan öte stratejik önemi var mı?
Evet bu zirve, belki de en önemli G-20 toplantılarından biri olacak. Çünkü gelişmekte olan ülkeler -coğrafi anlatımla söylersek dünyanın doğusu ve güneyi- büyüme, ticaret ve enerji paylaşımı gibi konularda var olan ekonomik ve ticari statükoyu aşmanın yolunu arayacak, bunu göstermeye çalışacak.
Türkiye’nin, bundan dolayı, bu zirveye önderlik etmesi önemli.
Başbakan Davutoğlu, gelişmekte olan ülkelerin ve Türkiye’nin bu süreçte önünde çok önemli fırsatlar olduğunu bilen bir siyasetçi ve akademisyen. Sanıyorum Başbakan Davutoğlu, bu zirvede Türkiye’nin ağırlığını, bu çok önemli persfektife bağlı olarak hissettirecek.
G-20 zirvesinin ana temalarının, küresel büyüme, ekonomilerin iyileşmesi, küresel ticaretin yeni kuralları ve enerji olması önemli ama bu çok önemli başlıklarda G-20’nin bütünlüklü bir çözüm geliştirip geliştiremeyeceği de çok tartışmalı.
G-20’nin giderek, G-8’in yerini alması ve sistemin ekonomik ve siyasi bütün üst kurumlarının G-8’in çıkarları doğrultusunda değil de, dünyanın tümünün ortak çıkarları doğrultusunda yeniden inşa edilmesi için Türkiye’ye çok iş düşüyor. Umarım bu zirve bu anlamda bir başlangıç olur.
Yeni bir para sistemi ihtiyacı
Ama bu zirvenin böyle bir başlangıç olabilmesi için gelişmekte olan ülkeler, öncelikle Bretton-Woods’da 1944 yılında temelleri atılan, 1971’de Nixon’ın doların altına olan bağımlılığını kaldırmasıyla çökme sürecine giren, 2000’de erken doğum yapan Euro ile desteklenen ama yine de çöküşü durdurulamayan para sistemine alternatif bir para sistemini ve bunun ticaretini ortaya atmalıdırlar.
Bugün, başta Avrupa olmak üzere, dünya ekonomisi 2008’de başlayan krizi aşabilmiş değil. Tam aksine resesyon tehlikesi artık Almanya gibi ‘merkez’ ülkelerin kapısına geldi dayandı. İkinci Dünya Savaşı bitiminde ortaya atılan para sistemi dünya ekonomisinin bundan sonraki yolculuğunu karşılayacak dinamikleri barındırmıyor.
Yeni bir Bretton-Woods kaçınılmaz. Bretton-Woods bir uzlaşma değil, Amerikan dayatmasıydı. Bretton-Woods’da kapitalist sistemin yeniden yapılanması için, White ve Keynes planları tartışılmıştı. Amerikan görüşlerini temsil eden White Planı kabul edildi.
White Planı temelde, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların çatısını oluşturacağı ve doların altına karşı konvertibilitesinin korunduğu, dolar merkezli bir ‘sabit kur’ sistemini öne çıkarmıştı. Bu da, çok açık olarak, ABD’nin ekonomik hegemonyasıydı. White Planı, ancak dış ödemeleri açık veren ülkelerin kur ayarlaması yapması gerektiğini örtük olarak kabul eder. Yani ABD’nin açık vereceğini öngörmemiştir. İşte IMF yıllarca, White Planı’na göre, açık veren ülkelerin paralarını, açığı kapatmak üzere, belli oranlarda devalüe etmelerini sağlama ve denetleme kurumu olarak çalıştı.
Bu açıdan ortodoks IMF reçetelerinin ilk çıkışı daima iç fiyatlarla dış fiyatların aynılaştırılması noktasıdır.
Oysa Keynes Planı’nda, bir tür dünya merkez bankası rolü oynayacak Kriling Birliği’nin kurulması öngörülmüş ve birliğin temelleri; ‘bancor’ adı verilen ve dünya parası yerine geçecek yeni bir hesap birimi ile ticari işlemlerin yapılmasına dayandırılmıştı. Keynes’in bancoru da altına bağlı idi. Ama karşımıza 1944’te çok daha başka bir para sistemi çıktı ki, bu, şimdiki krizin temel nedenlerinden birisidir.
Yeni sistem, yeni pazarlar
Bugün dolar ve Euro’ya dayalı ticaret dışında gelişmekte olan ülkeler, kendi para birimleriyle ticareti daha fazla öne çıkarmalı ve buradan hareketle yeni gümrük birlikleri oluşturmalıdırlar. APEC zirvesinde açıklanan, Çin’in Yeni İpek Yolu kapsamında planladığı yatırımlara bağlı olarak gördük ki, mal ve sermaye akışının yönü artık Doğu’dan Batı’ya olarak değişiyor. Doksanlı yıllarda başlayan malların doğudan batıya gidişine şimdi sermaye akışı da ekleniyor.
Şimdi yeni bir Bretton-Woods hedeflenmeli ve bu G-20 uzlaşısına dayanmalıdır. Bu uzlaşı, yeni bir ticaret ağını ve bunun hukuki üst yapısını da ortaya çıkaracaktır.
İkinci savaş sonrasının değişim dinamiği nasıl ABD’nin üzerinde kurulduysa şimdi de değişim dinamiği, Pekin-İstanbul üzerinden kurulmaya aday.
Çin ve Türkiye gibi ülkelerin öncülüğünde bu alanlarda, enerji hatları ve ticari geçişler için, önümüzdeki on yılda yapılacak yatırımlar sınırları ve ekonomileri değiştirecektir hiç şüphesiz.
Bu bütünleştirme yatırımları başta AB ve ABD olmak üzere Asya-Avrupa büyük pazarının yatırımları olacaktır. Bu yatırımlar, Asya ve Avrupa kıtasal pazarlarını, ulus-devletlerin sınırlarından bağımsız olarak bağlamaya aday.
Rusya, Çin, Hindistan, İran ve Türkiye’yi bu bütünleşmenin kilit-eksen ülkeleri olarak sayabiliriz.
Ancak, Türkiye’nin önemi AB üyeliği çerçevesinde daha da artmaktadır. Türkiye’nin tam şu sıralar, AB’nin krizine ve dağınıklığına rağmen, AB üyeliğinde, en üst düzeyde ısrar etmesi, çok yerinde bir stratejidir. Bu, Türkiye’yi hem doğusunu hem de batısını değiştirecek ülke konumuna getiriyor.
B-20 Türkiye’ tesadüf değil
Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’nın (Transatlantic Trade and Investment Partnership-TTIP) ancak Türkiye’nin merkez olduğu Pasifik Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan orta ve güney ticaret geçişleri ile mümkün olacağını da söylemiş olalım. Çin’den hatta G.Kore’den çıkarak; Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Hazar Denizi ve Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye üzerinden (Bakü-Tiflis-Kars) Avrupa’ya ulaşacak olan Orta Koridor, demiryolu ve hızlı tren ağları ile örüldüğü zaman Trans Pasifik Ortaklığı (TTP) başlayacaktır. Öte yandan bu yolun İran ve Türkiye üzerinden güney yolu ile buluşması yeni bir dönemdir. Bu büyük entegrasyon, Avrupa için tek yoldur. Bütün bunlardan dolayı, G-20 Dönem Başkanlığı çerçevesinde, B-20 Zirvesi’ne de ev sahipliği yapacak Türkiye’nin, bu konumu bu anlamda tesadüf değildir.