Yeni olana doğru yürürken geçmişle nasıl bir bağ kurarsınız? Bu sorunun cevabını bulmakta belki de en fazla zorlanan ülkelerin başında Türkiye geliyor.
Eski ve yeni tartışmasının bu kadar tariften uzak, hoyratça yapıldığı başka bir ülkeye rastlamanız herhalde kolay değil. Geleceğe dair iddiaları olanların, kendisini ‘yeni’ olarak görmesi tek başına bir anlam taşımadığı gibi, geçmişte kaldığını iddia ettiğimiz her şeyin ‘eski’ sıfatıyla bir kenara itilmesinin de değeri yok.
Türkiye’nin bu coğrafyada ne olacağının ve nasıl olacağının kodlarını yazanlar, kuşkusuz her şeyin istedikleri gibi gitmeyeceğini biliyordu. Zaten amaç asla ‘her şeyi kontrol etmek” değil, öngörülebilir kılmaktı. Yakın bir tarihe kadar ‘eski’ ve ‘yeni’ kodlarıyla öngörülebilir veya daha farklı bir deyimle ne yapacağı tahmin edilebilir bulunan Türkiye’nin; bir anda hedef tahtasına oturması herhalde tesadüf olamaz.
Türkiye’yi geçmişini unutarak, yok sayarak ve gelenekten koparak geleceğe yürümeye davet edenlerin, belli alanlarda başarılı olduklarını ne yazık ki kabul etmek durumundayız. Ama yine de gelenekten geleceğe yürüme konusundaki arayışları, kendi oyununu kurma çabaları son derece rahatsız edici bulunuyor.
Siyaset, ülke içindeki dengelerde kendisini hedef alan operasyona karşı ciddi bir kararlılık gösterdi. Toplumun bunu nasıl değerlendireceği kim ne derse desin önemli ve o terazide tartılmanın zamanı da geliyor. Ancak olup biteni sürekli milletin hakemliğinden uzaklaştırıp, dar alanda kısa paslaşmalarla oligarşik bir yapıya teslim etmeye çabalayanların hedefi çok farklı. İçeride yolsuzluk algısı, dünyada yalnızlık imajı oluşturmak.
Birileri ülkemizin ilgilerini sınırlamak değil, yönlendirmek istiyor. Dünyaya ilgi göstermesini istiyor, ama kendi istediği biçimde. Örnekle ifade edersek, sözgelimi Filistin’e ilginiz Hamas’ı merkeze alamaz, Kudüs’ü gündemde tutamaz. İslam dünyasına ya da bölgenizdeki sıcak sorunlara ilginiz, ancak ve ancak onları dünya adına dönüştürme çerçevesinde makbul sayılır.
Tüm bunları elinin tersiyle itip her şeyi dünyaya rağmen yapmak isteyen ve onunla kavga eden bir siyasi iktidar mı var karşımızda? Sahiden dünyaya savaş açmış, tüm dengeleri alt üst edip kendi gündemini dayatan bir ülkede mi yaşıyoruz?
Tam bu nokta üzerinde durmak gerekiyor. Zira şu anda ülkemiz üzerinde operasyon yapanların belki de en kritik iddiaları (daha doğrusu kurguları) Tayyip Erdoğan ve iktidarının dünyaya savaş açtığı yönünde. Bu iddia, kendilerine dünyada ve Türkiye’de bir yer açabilir beklentisiyle hareket ediyorlar, hatta cesaretlerinin önemli bir bölümünü de buradan alıyorlar.
Bu oyunu bozmanın yolu, acilen ve çok net bir gündemle, Türkiye’nin dünyaya bakışını, nerede durduğunu ve herkesle savaşmak/çatışmak için değil, artık kangren haline gelen sorunları çözmek için hamle yaptığını anlatmaktan geçiyor.
‘Türkiye yalnızdır, dünyadan kopmuştur’ diyen ve öte yandan bunu birtakım ideolojik heveslerle baş tacı eden herkes bir yanlışa hizmet ediyor. Ankara, yalnızlık bir yana, küresel ölçekte en etkin olacağı günlerin arefesinde şu anda.
Bunu anlatmak, ısrarla anlatmak için acilen iç gündemin esaretinden kurtulup, uluslararası zeminlerde etkin bir diplomatik atak başlatmanın tam zamanı.