Salı günkü yazımda Türkiye’nin çevresindeki değişime uyum sağlamakta zorlandığını, reaksiyon hızının azaldığını transatlantik metaforuyla anlatmaya çalışmış ve AK Parti’nin fabrika ayarlarına geri dönmesi gerektiğini söylemiştim.
Fabrika ayarlarından kast ettiğim, çatışma çözümüydü. Türkiye’nin bölgesinin Finlandiya’sı olması gerektiğinden söz etmiş, İran seçimlerini gerekçe göstererek yeni bir siyaseti hayata geçirebileceğini yazmıştım.
Ancak İran’a gerek kalmadan Türkiye bölgeye yönelik siyasetinin değişmeye başladığının ilk sinyallerini vermeye başladı. Başbakan Erdoğan’ın liderliğinde yapılan bir Suriye toplantının hemen ertesinde Cumhurbaşkanı Gül, Mısır Cumhurbaşkanı Mansur’a milli gün dolayısıyla bir tebrik mesajı gönderdi.
Derken PYD’nin başkanı Salih Müslim MİT ve Dışişleri yetkilileriyle görüşmeler yapmak üzere İstanbul’a geldi. Dışişleri Bakanı Davutoğlu yaptığı açıklamalarla Suriye’deki radikal unsurlarla Türkiye arasında mesafe olduğunu vurguladı. Belli ki Filistin barış süreci konusunda da Ankara kendini hazırlamakta.
Tüm bunlar Türkiye’nin bekası ve etkisi açısından sevindirici gelişmeler, değişimi okuduğumuzu ve değişime göre pozisyon aldığımızı gösteriyor. Anlaşılan benim ve benim gibi düşünenlerin korktuğu gerçekleşmeyecek. Türkiye kendi algısını gerçeklik sanıp bölgesine yönelik siyaset üretmeyecek. İlke adına esneklikten taviz vermeyecek.
***
Unutmayalım ki sorun haklı olmakta ya da dünya siyasetinde haktan yana yer almakta değil. Dün Mustafa Karaalioğlu’nun yazdığı gibi ilkeli olmak, haksızlığa karşı tepki göstermek dünya siyasetinde gerçekten prim yapıyor. Nihayetinde siz başka biri tarafından söylenmeyen bir şeyi söylüyorsunuz.
Fakat bu akla-karanın var olduğu durumlar için geçerli bir siyaset biçimi. Mazlumun yanında yer almak mazlumun kim olduğu bildiğinde kolay ve aynı zamanda akıllıca. Suriye sorunu özgürlükle baskı ikileminden ibaret olduğunda özgürlüğün yanında yer almak kaçınılmaz.
Ancak özgürlük cephesi içinde radikal unsurları barındırdığında, akla kara kimyasal silahları, bölgesel dengesizlikleri, çözmeye çalıştığınız Kürt sorununu, büyük devletlerin sizin sırtınızdan uzlaşma ihtimallerini kapsadığında zor. Ve tek boyutlu değil çok boyutlu düşünmeyi gerekli kılıyor.
Böylesi bir durum ilke savunurken elde ettiğiniz her şeyin kaybedilebileceği gerçeğini de içeriyor. Savunduğunuz ilkelerin savunulmasının imkansızlığını, etkinizin azalması riskini beraberinde getiriyor. Bu yüzden de siyasetten esneklik, dikkat ve önyargılardan arınma talep ediyor.
***
Yukarıda da söylediğim gibi Türkiye Ortadoğu söz konusu olduğunda kendisinden beklenen esnekliği gösterebileceğe benziyor. Şimdi aynı esnekliğin Batı cephesinde de gösterilmesi, AK Parti iktidarının AB ve ABD ile olan ilişkilerini onarmak üzere harekete geçmesi gerekiyor.
Gezi Parkı olayları sırasında ciddi şekilde sarsılan güvenin tazelenmesi şart. Hapisteki gazeteciler ve iktidara yakın gazetelerle yolları ayrılan gazeteciler Batı cephesindeki en ciddi sorun.
Saygın meslek kuruluşlarının ve uluslararası örgütlerin eleştirileri dikkate alınmadan, ifade özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılmadan bu güvenin tazelenmesi imkansız. Yasal paketler AB ajandasıyla senkronize olmak, reformlar 2013 Düzenli Raporu’na girmek zorunda.
Ben Başbakan’ın yerinde olsam bir bahane yaratıp beni eleştiren gazetecilerle de birlikte olur, onları dinler, haksız olduklarına inandığım noktaları onlarla yüz yüze konuşurdum. Bunlara çeşitli gerekçelerle son zamanlarda işlerinden olan Hasan Cemal, Yavuz Baydar gibi isimleri de katardım.
Böylesi bir toplantı benim ve ülkemin hem yurt dışındaki imajının değişmesine katkıda bulunur, hem de Türkiye için bir uzlaşma mesajı verirdi, yeni bir balkon konuşması yerine geçerdi. Toplumsal kutuplaşmanın gevşemesine, kimi mesnetsiz suçlamanın da ortadan kalkmasına yol açardı.