Allah sevindirmek istediği yoksul kuluna önce eşeğini kaybettirip sonra tekrar buldururmuş.
Benimki de biraz o hesab, önce sağlığımı kaybetdim, sonra buldum, sevinçliyim.
Daha doğrusu bulur gibi oldum da sevinir gibi yapıyorum ama fazla ayrıntıya girmeyelim. Hikmetinden suâl olunmaz!
Fakat doğrusu gazeteme ve dolayısıyla okuyucularıma yeniden kavuşmak hoş bir duygu.
Tabii bu arada dünyâ târihi de durup benim arkadan yetişmemi beklemedi. Bunların özetini çıkarıp muhâsebesini yaparak kimseyi bunaltmak niyetinde değilim. Meraklısı zâten aksatmadan izliyor. Hattâ benim gibi hasta yatağından bile olsa! Benim bu bağlamda değinmek istediğim husus son birkaç haftadır usul usul tedâvüle girmeğe başlayan bir tâbir: “Dindar Kemalizm”!
Anlayabildiğim kadarıyla bundan kasıd düşünce ve eylemlerinde dînî vecîbeleri ön plana çıkaran bir aydın türünden ziyâde dinle problemi olmayan, ama Atatürkçü hayat felsefesine de kendini adamakıllı yakın hisseden bir zümre. Mâlûm, Kemalizm’in şu veyâ bu tarzda dinle bir alıp veremediği, bir meselesi olduğu görüşü öteden beri hep kendini belli eder. Kemalistler ne kadar inkâr ederlerse etsinler böyle bir mesele benim kanaatimce de hep mevcûd olagelmişdir. O bakımdan şimdi “dindar Kemalist” kavramının ortaya atılması muhtemelen paradigmalarda bir yeni ayarlama anlamı taşıyor olabilir. Eğer sâhiden öyleyse bunu anlamakda zorluk çekdiğimi belirtmek isterim. Zîrâ “dindarlık” Kemalizm’in ısrarla özel hayâtın en kuytu köşelerinden birinde muhâfaza etdiği bir unsur. Bu bakımdan bir Kemalistin dindar olup olmaması, onun Kemalistliği muvâcehesinde hiç önem taşımayan, en ufak bir rol dahî oynamaması gereken bir fikrî özellik. Bunu ansızın “oyun”a dâhil etmekden murad nedir, en azından benim meçhûlüm.
Kemalizm tipik bir milliyetçi burjuva ideolojisidir ve iki ana sütûn üzerinde durur:
- Hâkimiyet-i milliye
- İstiklâl-i tâm
Hâkimiyet-i milliye, yâni ulusal egemenlik, bütün siyâsî yetkilerin, millet tarafından seçilerek teşkîl edilmiş bir “parlamento/meclis” tarafından yine millet nâmına kullanılması kuralıdır. Bu temsilciler yetkilerini, isteseler dahî, kimseyle paylaşamazlar. Kısacası parlamenter demokratik rejimlerde bu seçilmişler topluluğu üzerinde hiçbir otorite mevcûd değildir.
Parlamenter sistemi başkanlık sisteminden ayıran esas özellik de budur.
İstiklâl-i tâm, tam bağımsızlık, ise hâkimiyet-i milliye prensibinin dışarıya karşı siperidir. Devletin her türlü ahvâl ve şerâit altında dahî başka bir devletle, kendi egemenlik haklarını kısıtlayacak bir angajmana girmemesi kuralıdır.
Bu angajmanların başında askerî paktlar gelir.
Bu bilgilerin ışığı altında incelediğimiz zaman Türkiye’deki politik rejimin Kemalizm’le uzakdan yakında en ufak bir ilgisi bile olmadığı anlaşılır. Tanzîmat’dan bu yana pek çok kereler yaptığımız üzere burada da bir yalan uydurup ona en başda kendimiz inanmışız yine! Türkiye bir yalan imparatorluğudur!
Çünki Türkiye’de hâkimiyet-i milliye kuralı daha 11 Kasım 1938’de, Ata’nın henüz cesedi bile soğumadan ihlâl edilmiş ve üniformalı gaasıbların eline geçmişdir. Öyle olmasaydı Atatürk’den sonra cumhurbaşkanlığı görevine askerin dayatdığı İsmet İnönü değil Celâl Bayar geçerdi. Nitekim Ata’nın arzûsu da kesinlikle bu yöndeydi. O günden bu yana askeriye politikaya mütemâdiyen burnunu sokmakdan aslâ vazgeçmemiş, ancak kısa süre önce Başbakan Erdoğan ve takım arkadaşlarının olağanüstü gayretiyle biraz geri çekilir gibi yapmışdır ama yasal düzenlemeler değişmediği için bu sâdece taktik bir ric’atdir. İlk fırsatda hem daha da bilenmiş olarak geri döneceklerinden zerre kadar şübhe etmiyorum.
İstiklâl-i tâm prensibine gelince o da en geç NATO’ya girmemizle hapı yutmuş, zîrâ Türkiye böylece egemenlik haklarının önemli bir bölümünü bir “dış güce” devretmişdir. Eğer tam ciddîye alınsaydı Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’e bile girmemesi gerekirdi.
Bütün bunlar benim bu dış angajmanları kötü bulduğum anlamını taşımaz.
Ben sâdece bizzat kendimize karşı ne kadar sahtekârca davrandığımızı göstermek istedim.
Onun için şimdi öyle dindar Kemalizm mindar Kemalizm diye numara yapmayalım!
Lâ-dînî olanı sanki duruyor da dindarı kusur kalmış!