Türkiye’nin iki dünya savaşı arasındaki dönemde Avrupa’da kurulan diktatörlüklerden hayli etkilendiği kabul edilir de, tarihsel sıralamada Avrupa’daki dördüncü tek parti diktatörlüğü olduğu nedense hep göz ardı edilir.
Bir an için durup düşünelim; iki dünya savaşı arasında Avrupa’da kurulan tek parti diktatörlükleri öylesine sıralanıp geçilir; Türk tek partisini meşrulaştırmak için de, zaten o dönemde her yerde diktatörlerin cirit attığı söylenir ve mesele kapatılır. İsterseniz bu defa da, biraz tarihsel bir sıralama yapalım. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da kurulan diktatörlüklere kuş bakışı göz atalım.
İlk deneyim Rusya’da
Bilmem Rusya’yı da bu sıralamaya katacak mısınız? Eh, ne de olsa daha savaş devam ederken, Rusya’da önce Şubat, ardından da Ekim ihtilâli oldu. Neredeyse göz açıp kapayıncaya kadar Rusya’da parlamenter demokrasi kurma denemesi, Bolşeviklerin iktidara gelmesiyle yerini komünist bir diktatörlüğe bıraktı. Proleterya diktatörlüğü, Sovyetler Birliği’nde tek parti yönetiminin adı oldu. Böylece Sovyetler, Avrupa’da kurulacak olan tek parti diktatörlüklerinde ilk sırayı aldı. Belki de tuhaf olan nokta, savaşın bitimiyle birlikte Avrupa’da liberal parlamenter demokrasinin patlama yapmasıydı. Tıpkı ikinci dünya savaşı sonrasında olacağı gibi. İmparatorluklar çökmüş; Rusya, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı savaşı kaybederek devasa imparatorluklarını yitirmişlerdi. Şimdi monarşilerin yerini her yerde cumhuriyet ve demokrasi alıyordu. Rusya cumhuriyetle yetinmiş, ama demokrasiden uzak kalmıştı.
İkinci sırada da İtalya vardı
Bir zamanlar Trablusgarp’a asker çıkardığı için hükûmetini şiddetle eleştiren ve bu nedenle hapis cezası da alan Benito Mussolini’nin savaş sonrası kurduğu faşist parti, siyah gömlekliler ihtilâlini başararak, ülkeye hâkim olduğunda, İtalya siyasal ve ekonomik kaos içindeydi. Komünistler de tıpkı Rusya’da olduğu gibi aynı yöntemlerle iktidara gelmeyi denemişler, ama bunu başaramamışlardı. Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşuna tam bir yıl kala, millî ordu İzmir’e girdikten neredeyse bir ay sonra, 22 Ekim 1922’de Mussolini başbakan olmuştu bile. İtalya ikinci sırayı kapmıştı.
Hitler her dedigini yaptı
Almanya, Weimar Cumhuriyeti döneminde bu romantik kentte hazırlanan anayasanın öngördüğü düzeni ve istikrarı hiçbir zaman yaşayamadı. Komünist ihtilâl hazırlıkları bir yanda; Versay barış anlaşmasının neredeyse kaçınılmaz bir şekilde yarattığı rövanşist duygular diğer yanda; sokak çatışmaları ve siyasal istikrarsızlıklar içinde çalkalandı durdu. 1918’in sonbaharından itibaren Nasyonal Sosyalistlerin iktidara geldikleri 1933 yılının Ocak ayına kadar Almanya ekonomik sorunların yarattığı cenderinin içinde sıkışıp kalmıştı. Bu tarihten sonra Hitler, neredeyse bütün vaatlerini hiç sektirmeden gerçekleştirdi. Almanya da, tıpkı İtalya gibi, içinde bulunduğu bütün sorunların faturasını demokrasiye, parlamenterizme, liberalizme ve özgürlüğe kesmişti. Versay’a karşı rövanşist duygu ve düşünceler, Almanya’ya hâkim olmuştu.
Ama Avrupa, Almanya ile İtalya’dan ibaret değil
Nedense Avrupa’nın diğer ülkelerindeki benzer siyasal gelişmeler gözden kaçıyor, unutuluyor. Şimdi dikkatimizi vermenin zamanıdır. Portekiz, bizde pek bilinmez ama, 20. yüzyılın başında otoriter bir monarşiden sıyrıldı; daha 1911 yılında ülkede cumhuriyet ilân edildi. Demokratik bir rejim kurulmaya çalışıldı. Neredeyse on beş yıl içinde dokuz başkan, kırk dört hükûmet, yirmi beş ayaklanma ile üç diktatörlük, Portekiz’in üstesinden gelebileceği bir durum değildi. 1926 yılının yazında askerî bir darbe, bütün bu sürecin sonunu getirdi. Ekonomik ve malî güçlüklerle başa çıkamayan askerî yönetim sonunda 1928 yılında bir üniversitede ekonomi profesörü olan Salazar’ı Maliye Bakanı olarak atadı. Pek gönülsüz olarak bu işe giren Salazar, müthiş bir başarı sağladı ve ardından 1932 yılında başbakan olarak atandı. Bu görevde tam otuz altı yıl kalacaktır.
Ya İspanya’nın başına gelenler
İspanya da trajik gelişmelerden kendisini kurtaramadı. Bizim tarihimizle olan parallelliği bazen şaşırtıcı düzeydedir: Tıpkı Osmanlı gibi ilk anayasasına 1876 yılında kavuştu. Üstelik bizdekinin aksine çok uzun yıllar anayasal rejimini sürdürebildi. Türkiye’de cumhuriyetin kurulduğu yıl, İspanya’da parlamenter sistem çöktü. Ve ardından askerî bir darbeyle krallık yeniden kuruldu. Bu tarihten itibaren Madrit siyasal istikrarı hiçbir zaman yakalayamadı. Zaten daha önceleri de yakaladığı pek söylenemezdi. Bir yandan ayrılıkçı milliyetçi hareketlenmeler, Katalan ve Bask bölgelerini için için kaynaştırmaya devam etti. 1930 yılına gelindiğinde askerî yönetim zayıflamış hâldeydi, kral da güç durumdaydı. Bizdekinin tersine İspanya’da cumhuriyetçi akım çok güçlüydü. Monarşiye karşı solun desteğini de alıyordu. Bu bakımdan İspanya’da da safların şiddetle ayrılması ve İspanyolların iki büyük siyasal gruba bölünmesi için her türlü neden vardı. Öyle de oldu. Cumhuriyetçiler, liberaller ve solcular bir cepheyi oluştururken, geriye kalan tüm sağ ve muhafazakâr gruplar karşıt cepheyi oluşturdular.
5 yılda 26 hükümet değişti
1931 yılında cumhuriyetçilerin seçimi kazanmasıyla İspanya’da yeniden cumhuriyet ilân edildi. Bazıların kulakları çınlasın, buna 2. Cumhuriyet denildi. Tabiî Fransa’dan esinlenilmişti. Cumhuriyetçiler ve solcular ülkeyi iki yıl yönettiler. Askerî darbe girişimlerini de engellediler; fakat bir sonraki seçim yenilgisinden kurtulamadılar. Sağ yeniden iktidara geldi. Bütün bunlar olurken, İspanya yaklaşık beş yıl içinde yirmi altı hükûmet ve yetmiş iki bakan gördü. 1936 yılında yapılan son seçimde seçmenlerin neredeyse ikiye ayrıldığı görüldü ve hemen ardından General Franco, seçimi kazanan cumhuriyetçi Madrit hükûmeti’ne karşı ayaklandı. Kanlı ve uzun bir iç savaş Franco’nun zaferi ile tamamlandığında, İspanya uzun yıllar sürecek bir başka diktatörlükle baş başa kalmıştı. Franco da ölümüne kadar İspanya’yı yönetmeyi başardı.
Avrupa’nın kalanı ne oldu peki?
Avrupa’daki neredeyse bütün ülkeler bu girdaba kapıldılar. Avusturya 1933/1934’de Dollfuss’un diktatörlüğüne girdi. Eski imparatorluğun bakiyesi Macaristan, önce Bela Kun önderliğindeki komünist rejime kayar gibi olduysa da, bu iktidarın ömrü çok kısa oldu. Rusya’nın ardından gidecekmiş gibi görünen Macaristan birden bire yörünge değiştirdi; Amiral Horthy diktatörlüğünü erkenden ilân etti. Daha 1920 yılında. Polonya azıcık direndi. Ama çok değil. General Pilsudski 1926 yılında bir darbeyle iktidara el koydu. Bu o kadar da zor olmamıştı; nihayet o ulusal bir kahraman sayılıyordu. Rusya’ya karşı askerî direnişin lideriydi.
Sovyetler Birliği’nden ayrılmış üç ülke, Estonya, Litvanya ve Letonya’ya gelince; sonuncusu daha erken bir tarihte 1926’da, diğer ikisi 1934’de diktatörlüğe sığındılar. Nasıl başka türlü olabilirdi ki? Rusya’nın hâkimiyetinden kurtulmuşlardı savaş sonunda, fakat ya sonra? Estonya on dört yılda on yedi hükûmet gördü. Letonya aynı dönemde on altı tane. Litvanya yedi yılda on bir tane. Siyasal fırtınalar bütün bu rejimleri silip süpürdü.
Balkanları soran var mı?
Arnavutluk 1925 yılında Zogu’nun önderliğinde önce cumhuriyet ilân etti; ardından cumhurbaşkanı da seçilen Zogu, 1928 yılında kendisini kral ilân etti ve ülke yeniden monarşiye döndü. Bulgaristan, savaşı yitirmiş bir ülke olarak kendi dertleriyle baş başa kalmıştı zaten. 1934 yılında Kral Boris’in ülkesi askerî diktatörlüğü kabullendi. Savaş sonrasının yeni oluşturulan ülkesi Yugoslavya, daha 1921 yılında kralın ılımlı sayılabilecek diktatörlüğünden 1931 yılında yeniden parlamenter demokrasiye döndü. 1941 yılında Alman işgaline uğrayınca kadar da istikrarsız siyasal rejimini sürdürdü. Romanya da General Antonescu’nun diktatörlüğüne tosladı. Komşumuz Yunanistan da hayli badireden geçti; sonunda 1926 yılında General Pangalos’un askerî darbesi geldi. Ardından yeniden seçimlere ve demokrasiye geçildiyse de, bu süre hayli kısaydı. Askerî darbe gecikmedi. Sonunda monarşi General Metexas’ın otoriter rejimine izin verdi. Alman işgaline kadar da böyle gitti. Metexas’ın ömrü ise işgali görmeye yetmemişti.
REJİMİN DÖNÜM NOKTASI: 4 MART 1925
Bazen sanıldığının aksine, Türkiye’de tek partili rejim cumhuriyetle kurulmadı; Türkiye, bir tek parti yönetimi olarak doğmadı. Samet Ağaoğlu’nun deyimiyle “Kuvayı Milliye Ruhu”nu temsil eden birinci meclisin demokratik ve çoğulcu yapısı süreç içinde bir tek parti diktatörlüğüne dönüştü. Eğer kesin tarih vermek gerekirse, 4 Mart 1925 tarihli Takriri Sükûn Kanunu, dönüm noktasını oluşturdu. Bu tarihten itibaren Türkiye’de cumhuriyet bir tek parti idaresine dönüştü. Tam yirmi yıl boyunca devam etmek üzere. Eğer tarihsel sıralamaya katarsak, Rusya’dan, İtalya’dan ve Macaristan’dan sonra Türkiye Avrupa’da diktatörlüğe geçen dördüncü ülke oldu. Türkiye’yi diğerleri izledi. Avrupa’da 1920 yılında sadece iki ülkede demokrasi yoktu; 1940 yılının sonunda sadece İngiltere’de, İrlanda’da, İsveç’te, Finlandiya’da ve İsviçre’de demokrasi kalmıştı. Yirmi yıl içinde demokrasi tarumar olmuştu.