Muhâlefet Lideri Sayın Kılıçdaroğlu bir yabancı yayın organına verdiği mülâkatde “Türkiye üçüncü sınıf bir demokrasidir.” demiş.
Bunu nasıl ölçmüş bilmiyorum ama okuyunca keşke diye düşündüm, hani birinci sınıf demokrasilerin hangileri olduğunu az çok biliyoruz ama, ikinci sınıf demokrasilere bir iki örnek verseydi de bâri daha kimlerden daha geri olduğumuzu da öğrenseydik.
Meselâ Rusya, Sırbistan yâhut Macaristan demokrasileri kaçıncı sınıfa giriyor?
Litvanya ve Polonya demokrasilerini birinci sınıf olarak kabûl edebilir miyiz?
Tabii Sayın Kılıçdaroğlu o CHP’lilere has geleneksel dış politika zarâfetiyle diyebilir ki “Ben yabancı devletlerin içişlerine karışamam!”
Elbet bu takdirde bizim vereceğimiz cevab da şöyle bir şey olabilir:
“E, o zaman Türkiye’nin kaçıncı sınıf olduğunu nereye dayanarak saptıyorsunuz? Masaya dayanarak mı?”
Bence bu tür klasifikasyonlar pek yararlı değil. Belirli bir memleketde belirli bir demokrasi tarzının işlerliğine bakmak muhtemelen daha açıklayıcı olabiliyor.
Zîrâ her ülkeye uyan standard bir demokrasi usûlü yok.
İsviçre tarzı “birinci sınıf” demokrasiyi tutup bizde uygulamaya kalksanız maazallah üç haftada ülke muhârebe meydanına döner. Oysa İsviçre’de mâşallah asırlardır tıkır tıkır işliyor.
Demek istediğim, bu “üçüncü sınıf” demokrasinin hâlen bizde, İsviçre’den mütedevvir bir “birinci sınıf” demokrasiden daha “iyi” işlediği.
Fakaaaat, sakın ola ki böyle söylemekle Ziyâ Paşa’nın o ünlü “Zerrîn palan ursan eşekyîne eşekdir!” mısraına gönderme yapdığım sanılmasın!
Bir kere “eşek” kelime yâhut kavramının aşağılayıcı anlamda kullanılmasına ben öteden beri isyân ederim, çünki eşekler, bizdeki bâzı eşeklerin zannı hilâfına, fevkalâde zekî, duyarlı ve iyi huylu yaratıklardır. Yâni eşek eşek kalmakla, aslına ihânet etmemekle son derece doğru davranmaktadır.
Bizim misâlimizde ise Türkiye demokrasisinin değişme zarûretine atıf var ki eşekden farkı burada da kendini gösteriyor.
Yâni Bay Kılıçdaroğlu, bizim demokrasimiz üçüncü sınıfdır, derken aman ne âlâ, inşallah hep öyle kalır demek istemiyor. Tam tersine bunun sür’atle aşılması gereken bir “sınıf” olduğunu kasdediyor. Tabii zevzeklik ederek bunu yabancılara anlatacağı yerde bizlere söyleseydi daha iyi ederdi ama o kadar önemli de değil. Çünki bunu meselâ bir gazeteci olarak benim gidip bir dış yayında söylemem başka şeydir bir muhâlefet liderinin söylemesi başka şey!
Siz hiç Rusya Başbakanı Dimitri Medvedyev’in gidip meselâ “Star” muhâbirine “Neolacak bu Rusya’nın hâli?” diye ağlayabileceğini tasavvur edebilir misiniz?
Ben de!
Peki, iyi de bunu nasıl aşacağız?
Bir demokrasinin kalitesi ile o ülkenin ekonomik gelişkinlik düzeyi arasında sıkı bir bağ olduğu bilinir. O bakımdan demokrasi sâdece demokrasi değildir. Aynı zamanda etkin üretim araçları, geniş yollar, havalimanları vs. de demekdir ki bu bağlamda incelenince Türkiye’nin hiç de öyle bâzen sanıldığı kadar kötü bir durumda bulunmadığı ortaya çıkıyor.
Belki şöyle de söyleyebiliriz:
Türkiye 1946’dan bu yana 67 yıldır çoğulcu demokrasiye geçme mücâdelesi verirken bence muhtelif safhalarda o mücâdelenin hakkını da vermişdir.
Meselâ 1946-60 arası Türk Milleti’nin demokrasiyle tanışma yılları hiç de öyle bâzılarınca karikatürize edilmek istendiği üzere bir zavallı bir görgüsüzün modern hayatda bocalaması hikâyesi değildir.
Traktörü bile 1950’den sonra ömründe ilk defâ olarak gören Türk köylüsünün oy sandığı ve parlamenter demokrasinin oyun kuralarıyla ilgili tavrı, bu işlere büyük sür’atle alışdığı ve hattâ işin püf noktalarını da (oy pazarlığı gibi) iyi kavradığını göstermektedir.
Eğer eli kanlı bir avuç Yeniçeri kazıntısı alçak dışarıdan aldığı emirle bu gelişmeye kanlı bir son vermemiş olsaydı bugün çok daha ileri bir noktada olabilirdik.
Bütün bunları göz önünde tutarak son haftalarda Batılı dostlarımızın Türkiye’deki demokratik gelişmelerle ilgili “endîşelerini” de iyi okumak yerinde olur.
Bu “endîşeler” kanaatimce daha ziyâde Türkiye’nin ekonomik gücündeki hızlı artışla ve buna bağlı olarak Türkiye’nin eski rolüne geri dönüp tekrar büyük devlet statüsü kazanmaya başlamasıyla ilgilidir desek pek de yanılmayız gibime geliyor. Yoksa Türk insanı yok demokrasiyle mi yönetiliyormuş, başka bir şeyle mi meselesi, öyle zannediyorum ki ne Başbakan Frau Merkel’in uykusunu kaçırır ne de Başbakan Mister Cameron’un...