Son zamanlarda “millet” ve “milliyet” kavramları üzerine epeyi yazılıp çiziliyor. Ancak bu kavramların, muz gibi, ne niyetine yenirse o tadı verecek şekilde ele alındığını da görüyoruz. Konuya bir nebze daha nesnellik kazandırmak amacıyla ben de bu iki kelimenin hangi anlamlara geldiğini açıklamayı denemek istiyorum.
Millet kelimesini, kendilerini üst bir düzeyde benzer addeden topluluklara diyoruz. Bir alt basamağı kabîle/aşîret/oymak ve onun da altı klan. En alt düzeyde âile geliyor.
Ancak millet kavramı politik bir anlam taşıyor. Çünki aynı millete mensub ferdler her zaman aynı kavimden olmadıkları gibi dillerinin aynı olması zarûreti bile yok.
Meselâ ABD, Anglo-Sakson ağırlıklı olmakla berâber, pek çok kavmiyetin/etnisitenin harmanlandığı bir pota. Gerçi resmî dil İngilizce ama bu mesele karâra bağlanırken Almancanın kılpayıyla kaybetdiğini de unutmamak gerekir. Zâten İspanyolca da çok geniş kitleler tarafından konuşuluyor. Bunun yanısıra başka diller de var. Ancak 312 milyonluk bu nüfus kendini “Amerikalı” olarak tanımlıyor. Gerekirse “filanca kökendenAmerikalı” deniyor.
Muhtelif kavimlerden oluşan, ama bu milliyetlerini, yâni kavmî âidiyetlerini koruyan iki millet için İsviçre ve Belçika’yı örnek verebiliriz. İsviçre’de Almanlar, Fransızlar, İtalyanlar ve ülkenin aslî ahâlîsini oluşturan az sayıda Reto-Roman berâberce İsviçre Milleti’ni, Belçika’da ise Fransızca konuşan Valonlarla Felemenkçe (Hollanda Dili) konuşan Flamanlar ve az sayıda Alman berâberce Belçika Milleti’ni teşkîl ediyor.
Milletlerin teşekkülü ise iki tarzda oluyor:
Ya irâdî olarak, yâni orada yaşayan insanların isteği üzerine ya da etnik/kavmî berâberlik sonucu zamân içinde kendiliğinden. Birincisine misâl olarak İsviçre ve Belçika’nın yanısıra Amerika’yı da gösterebiliriz. İkincisi içinse Almanları.
Peki, ya biz neyiz?
Evet, “Biz Altay’dan gelen erleriz - Kışın üşür yazın terleriz” ama nasıl millet olmuşuz?
Sâdece biz Türkiye’deki Türkler, yâni Selçuklu-Osmanlılar için ele alırsak 1040 Yılı’nda atalarımız Oğuzların Büyük Türkistan İmparatorluğu’na, yâni Doğudaki Türklere karşı kazandığı Dendânekan Meydan Muhârebesi’nden ve 1071’deki Malazgird Zaferi’nden sonra Anadolu’ya sür’atle girip burayı vatan tutmaya başlamışız. Hazır açılmışken, Anadolu/Anatolia “Doğu Ülkesi” anlamına gelir. Yunanistan’a göre doğu...
Anadolu’ya yerleşen Oğuzlara yabancılar 12. Yy.’dan îtibâren Türk demeye başlamışlar.
Yerleştikleri yere, Anadolu’ya ise Türkiye.
Bizim kendimizi modern bir millet olarak hissetmeye başlamamız 1900’lardan îtibâren olmuş. Fakat soy sop kadar kendini mensûb hissetme duygusu da rol oynamış.
Bakınız “IRKÇI” Nihâl Atsız Türkleri nasıl tanımlıyor:
“Türkler, Türk soyundan gelenlerle, gelmişler kadar kendini o soya bağlayan ferdlerin topluluğudur.”
Dikkat edilirse burada “kafatası, kan tahlîli” filan gibi saçmalıklar yok!
Atsız’ın kafatasçı olduğu palavrası kötü niyetli bir iftirâdır.
Türkiye’de “kafatasçılık” eden şahıs, Yüce Önder Atatürk’ün mânevî kızlarından Prof. Âfet İnan’dır.
Kısmen mezarlardan da çıkararak 64.000 kafatası ölçtürmüşdür.
Bana soracak olursanız ben de Türkü şöyle târif ederim:
“Türk’üm diyen herkes Türkdür.”
O kadar!