Geçen haftanın 24 Nisan’ı, 1915’teki Ermeni etnik temizliğinin yıl dönümüydü. Bu vesileyle meseleyi bolca tartıştık. Kimileri “emperyalist yalan” saydıkları “soykırım” söylemine karşı çıkarken, diğerleri Türkiye’nin bu meselede daha dürüst ve öz eleştirel davranması gerektiğini savundu.
Bu ikinci gruptaki metinlerden biri, Radikal’de yayınlanan Ali Topuz imzalı ve “Soykırımı inkârın beş teranesi” başlıklı yazıydı. Yazıdaki argümanların çoğu aklıma yatmıştı ki, solcu yazarın gerek “soykırım”ı gerekse onun “inkarı”nı, kökü Sultan II. Abdülhamid’e uzanan bir “Türk-İslam sentezi” geleneğine dayandırdığını okuyunca durakladım. Durup bir daha okudum şu satırları:
“Bukerameti kendinden menkul [inkarcı] argüman, ‘Türk-İslam sentezi’ denilen ideolojik örüntünün, temeli Abdülhamit zamanında atılan, ilk büyük uygulaması Abdülhamit’in mekteplerinde yetişen kadrolar tarafından 1915’te yapılan ve 12 Eylül 1980 sonrası güncellenip güçlendirilerek tedavülü artırılan ideolojik örüntünün tüm şifrelerini taşıyor içinde.”
Bu, karmaşıklığının yanında epey de enteresan bir cümleydi, çünkü:
Önce Ermeniler konusundaki “Türk vebali”ni “İslamcı” Abdülhamid’e yıkıyor; sonra Abdülhamid’i devirerek iktidara gelen İttihatçıları dahi “onun mekteplerinde okumuşlar” diye aynı hesaba yazıyor; sonra da hızını alamayıp, ağızlarından çıkan her iki laftan biri “Atatürk ilke ve inkılapları” olan 12 Eylül darbecilerini bile aynı çizgiye bağlıyordu.
Yani, sanırdınız ki, Türkiye’de son yüzyılda ne kötülük olduysa Abdülhamid’in attığı “Türk-İslam sentezcisi” tohumlar yüzünden olmuş. İttihatçılık, Kemalizm filan önemsiz detaylarmış.
Abdülhamid, İslam ve Ermeniler
Oysa, bakın, 1915 konusunda “Türk tezi”ne ve Türk tarafına hiç sıcak bakmayan Batılı tarihçilerden Robert Melson, “Devrim ve Soykırım” adlı kitabında neler diyor. Abdülhamid döneminde de Ermeni kıyımları yaşandığını anlattıktan sonra, bu dönem ile sonrası arasındaki büyük farkı şöyle tanımlıyor:
“1894-96 yıllarında toplu bir soykırıma yönelinmemesinin sebebi, Osmanlı rejiminin, İslam’a, millet sistemine ve eski rejimin restorasyonuna olan bağlılığı idi. Abdülhamid bir devrimci değildi. Devletin ve toplumun radikal dönüşümüne karşı koyan reaksiyoner bir muhafazakardı. Soykırım uygulayarak Ermeni Milleti’ni imha etmek, sultanın ideolojisinden radikal bir sapma olurdu. Bu, İslam’a ve millet sistemine aykırı düşerdi ki, bunlar Osmanlı devletini Osmanlı toplumuna bağlayan meşruiyet mitleriydi .” (Revolution and Genocide: On the Origins of the Armenian Genocide and the Holocaust, 1992, s. 69)
Yani neymiş...
Osmanlı’nın çoğulcu yapısının çatırdadığı dönemde dahi, Ermenileri (ve aslında diğer Türk-olmayan halkları da) koruyan ana faktör, “İslam” ve “muhafazakarlık” imiş. Ve bu halkların başına gelecek asıl felaketler, İslam’ı da muhafazakarlığı da kaldırıp atacak olan “seküler devrimciler”den gelecek imiş...
Peki kendilerinin Türkiye’nin entelektüel eliti (hatta “vicdanı”!) sayan solcular, bu kritik gerçeği anlarlar mı?
Bazı İdris Küçükömer-meşrep istisnalar hariç, pek anlamazlar. Çünkü kendileri de söz konusu “seküler devrimciler”in bir türevidir. Bu yüzden de, Türkiye tarihine baktıklarında habire “İslam ve muhafazakarlık sorunu” görür, ama “asıl sorun”u görmezler.
Öyle ki, “asıl sorun”un kendilerine yaptığı zulümleri bile yanlış adreslere havale ederler. Kemalist rejimin Dersim’e yağdırdığı bombaları “Sünniler”den, Kemalist darbecilerin yaptığı işkenceleri “sağcılardan” bilirler, mesela.
Bu vahim kör noktadan kurtulmadıkça da, Türkiye’nin tarihini ve bugününü ıskalamaya devam edeceklerdir.