On yıldan fazla oluyor: Paris’te “şehir turu” yapıyorduk. Aracımızı kullanan Fransız şoför trafikte tartıştığı başka bir aracın simsiyah derili sürücüsüne bağırıp çağırmaya başladı ve herhalde adamı biraz daha aşağılamak için “sen kendi ülkende de böyle mi araba kullanıyorsun?” diye sordu yüksek sesle. Siyah derili adamın cevabı bizimkini bir anda sus pus yaptı; hiç unutmuyorum o anı. Ağız dalaşını sona erdiren cevap şuydu: “Ben Fransızım!”
Cezmi Bayram’ın geçtiğimiz aylarda yayınlanan -ama maalesef değeri ölçüsünce yankı uyandırmayan- “Türk Milliyetçiliği -Tarihî Seyri, Yeni Hedefleri” kitabını okurken bu hikâye aklıma geldi. Çünkü bizdeki “Türk kimliği” anlattığım hikâyedeki Afrika kökenli şoförün (bile) benimsediği Fransız kimliğine muadil bir siyasal-kültürel kimlik olarak konsolide edilemedi. Buna bağlı olarak milletin bütünlüğünü ve toplumsal barışı tehdit eden ciddi problemler meydana çıktı. Bu problemlerin çözümü için de farklı farklı öneriler ortaya atıldı; seksen yıldır bu çözüm önerileri üzerinde tartışıyoruz, kimi zaman da kavga ediyoruz.
Bana sorarsanız yaşanan problemlerin asıl sebebi benim “yanlış milliyetçilik” dediğim Kemalist millet anlayışı. Kemalist ajandada batılılaşma ve laikleşme maddelerine öncelik verilmesi, 1920’lerde tarihî, sosyolojik ve politik bir zorunluluk olan ulus devlet inşası sürecini rayından çıkardı çünkü. “İslam’dan arındırılmış” bir ulus yaratma gayreti aslında “milleti milleti yapan” değerleri (“ortak tarih”, “ortak kültür”) paranteze aldı. Batılı hümanist değerler etrafında birleşip laik bir ulus meydana getirmeleri arzu edilen topluluklarda etnik temelde ayrışma eğilimleri belirdi. Zira Kemalizm’in Türk tanımı birleştirici değildi. Birleştirici değerler ortadan kaldırılmak istenen değerlerdi.
Gerçi bu politikaların yanlışlığı kısa bir sürede anlaşıldı ve milleti etnik temelde tanımlamayı esas alan anlayış daha tek parti döneminin sonlarında terk edildi. Ama yapılan hataların etkileri kolayca ortadan kaldırılamadı.
Cezmi Bayram’ın kitabında işte bu sürecin muhasebesi “Türk milliyetçiliği” fikriyatının mensupları adına yapılıyor. Hatırlatmakta fayda var: Milliyetçi camianın önde gelen saygın isimlerinden Cezmi Bayram uzunca zamandır Türk Ocağı’nın İstanbul şubesinin başkanlığını yürütüyor. Ama bu aktif görevine rağmen çok ortalarda görünen bir figür olmadığından geniş kamuoyunda fazla tanınmıyor. Fikir adamı yönü ise neredeyse hiç bilinmiyor.
Bayram önce “milliyetçiliğin müdafaası” babında söz alıyor ve kavramın tanımı konusunda iki probleme dikkat çekiyor. İlki Türk milliyetçiliğinin Kemalist milliyetçilikle, ikincisi batıdaki ırkçı hareketlerle karıştırılması... Yazara göre, milliyetçilik kavramının batıdaki karşılığını esas alma hatası Türk milliyetçiliğini de ırkçı bir eğilim gibi göstermeye yol açıyor. Aslında Türkiye’deki milliyetçilik ana damarı itibarıyla batıdaki manada vatanseverlik ve muhafazakârlık demektir.
Diğer yandan, Bayram’a göre, 1930’larda Türk ismi çokça zikredilerek yapılan uygulamalar, bunlara zamanında bizzat milliyetçilerin karşı durduğu unutularak hem milliyetçilik karşıtlarını hem de bugünkü milliyetçileri yanıltmıştır. Oysa tek parti döneminin resmi milliyetçiliği Türk tanımını bir etnik kimliğe indirgeyerek milleti oluşturan etnik grupları inkâr etmenin ötesinde ve en başta “tarih içinde teşekkül ve tekevvün eden Türk’ü” inkâr ederek Türk milliyetçiliğine zarar vermiştir. “Osmanlıdan bu yana Türk’e verilen bütünleyici ve kapsayıcı mana bir etnisiteye indirgenince, Türk milliyetçiliği de Kürt ırkçılığı gibi addedilebilmektedir.”
Ama bu tabloda Türk milliyetçilerinin de hata ve kabahatleri yok mudur? “İtiraf etmek gerekir ki 12 Eylül sonrası yaşanılan şok sebebiyle milliyetçiler düşünce tembeli olmuşlardır” diyen Cezmi Bayram iğneyi mensubu olduğu harekete batırmaktan geri durmuyor ve milliyetçi aydınların Gökalp’in sınıflandırmasındaki “Nazari Türkçülük”ten “Ameli Türkçülük”e geçemediklerini, milliyetçiliği siyasi partilerin tekeline bıraktıklarını ve dolayısıyla bugünkü dünyanın ve ülkenin aktüel problemleri konusunda görüş geliştirmekten uzak olduklarını söylüyor.
Diğer yandan milliyetçiliğin bir ideal olduğunu, bir ideoloji olmadığını hatırlatarak son yıllarda gelişip güçlenen, en azından bölgesel güç haline gelen bir ülkenin vatandaşları olarak milliyetçilerin yeni kızıl elma olarak yeni bir medeniyet tasavvurunun insanlığa sunulmasını düşünmelerini istiyor.
Cezmi Bayram’ın burada sadece bir bölümünü özetlemeye çalıştığım kitabının öncelikle kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan aydınlar ve siyasetçiler tarafından dikkatle okunması, görüşlerinin adamakıllı tartışılması lazım. Aksi halde Türkiye’nin geleceğinde Türk milliyetçiliğinin “bir fikir hareketi olarak” yer alması zor olabilir.