Askerliğimi 2000 senesinde Samsun Sıhhiye’de yaptım. Kısa ama sıkıcı dönemimizdeki en ilginç olay, birliğimizin başındaki general Osman Doğu Silahçıoğlu’nun tüm erlere verdiği bir konferanstı. 28 Şubat rejiminin şahinlerinden biri olan komutan, saatler süren konuşmasında iki ideolojik düşmanını yerden yere vurdu. Birincisi İslamiyet (öyle “irtica” filan değil, düpedüz İslamiyet), ikincisi ise Osmanlı Devleti’ydi.
Çünkü Silahçıoğlu’na göre Osmanlı “saf Türk” değildi; aksine padişahların çoğunun annesi Rum veya Slavdı. Fatih Sultan Mehmet’ten, örneğin, “Rum çocuğu” diye iğrenerek söz ettiğini hatırlıyorum.
Dahası, çatık kaşlı generale göre, Osmanlı, Türk kimliğini bastırmış, ezmiş, geride bırakmıştı. “Türklüğün kurtuluşu” ise, tahmin edebileceğiniz gibi, “en büyük Türk”, yani Mustafa Kemal Atatürk tarafından sağlanmıştı.
O zamandan bu yana Kemalistlerin Osmanlı düşmanlığına dair tonla örnek gördüm. En son da, ulusalcı akademisyen Prof. Nurşen Mazıcı’nın Osmanlı hanedan üyelerine “veled-i zina” dediğini duydum.
Ama bu çirkin hakaret, Mazıcı’nın nefreti kadar cehaletini de izhar etmiş oldu. Çünkü İslam hukukunda cariyeler de nikahlı eşler gibi “helal dairesi”ndedir, dolayısıyla yine İslamî bir kavram olan “zina”nın tümüyle dışındadırlar. Bu apaçık tahkire karşılık, Sultan II. Abdülhamid Han’ın torunu Şehzade Orhan Osmanoğlu’nun açtığı dava ise haklıdır.
Kemalizm’in mirası
Tüm bu Osmanlı düşmanlığı, Kemalist rejimin Türkiye’ye hediye ettiği bağnazlıklardan biridir. Temelinde ise, Devlet-i Aliyye’yi alabildiğince kötüleyerek, onun toprakları üzerinde kurulan ulus-devleti yüceltme dürtüsü yatar. Aynen Sırp veya Bulgar milliyetçilerinin Balkanlar’da, Baasçıların da Arap dünyasında yaptığı gibi.
Hilmi Yavuz hoca, Zaman’daki köşesinde değindi geçenlerde bu konuya. “Muhteşem Yüzyıl bir ilk mi?” başlıklı önemli yazısında “büyük Osmanlı padişahlarının alabildiğine aşağılanıp horlandığı popüler tarihî romanların 1930’lu yıllarda yaygınlaştığını”hatırlattı.
Örneğin Kemalist yazar Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Deli Deryalı adlı romanında Kanunî’nin, “her Osmanlı prensi gibi, mütereddî [soysuzlaşmış] ve şehvetperest” olduğunu yazmıştı. Aynı yazar, Kara Davut adlı romanında da, Fatih Sultan Mehmed’i “acımasız ve zalim bir hükümdar” olarak tasvir ediyor, Türklüğü temsil eden Kara Davut adlı hayali karaktere ise Fatih’i tokatlattırıyordu!
Kemalistler, bu “Türkleştirme” siyaseti ile Türkleri Osmanlı zincirlerinden kurtarıyorlardı akılları sıra. Ama gerçekte onları köksüzleştiriyor ve cahilleştiriyorlardı. Dahası, Selçuklu ve Osmanlı çoğulculuğu içinde bin yıl boyunca yer almış olan Kürtleri çileden çıkararak, dev bir “Kürt sorunu” açmış oluyorlardı Türkiye’nin başına.
Hayal ve gerçek
Kemalizm tarafından inşa edilen bu Osmanlı imajının en büyük sorunu ise, elbette, gerçeklere uymamasıydı.
Öncelikle, iddia edilenin aksine, Osmanlı Türk karakterli bir devletti. Kanun-i Esasi’de “devletin lisanı resmisi” olarak Tu?rkc?e’nin belirtilmesi bundandı.
Ama Osmanlı hiçbir zaman “Türkçü” olmadı, hele de 1930’ların Kemalizmi gibi Türk ırkçılığı yapmadı. Türk olmayan Müslümanları din bağı ile kucakladı, Hıristiyan ve Yahudilere de İslam hukuku gereğince haklar tanıdı. Dev bir imparatorluk kurup bunu asırlarca koruyabilmesinin bir sırrı da buydu.
Türk ırkçısı bir zihinle Osmanlı düşmanlığı yapanlar, tarihe bugünün gözleriyle bakıyor, “çağdaş” saplantılarını geçmişte arıyor, bulamayınca da mahkum ediyorlar.
Ve, en son örnekte gördüğümüz gibi, nefret yanında cehalet de sergilemeyi sürdürüyorlar.