Bir önceki yazımda, Osmanlıca diye ayrı bir dil olmadığını ve bunun sâdece Türkçeyi belirli bir tarzda kullanmak anlamına geldiği görüşünü savunmuşdum. Bir dilde, o dilin orijinal kuralları korunmak şartıyla, bâzı yabancı dillerden gramer kurallarının da birer işleve sâhib bulunması, o dilin “başka” bir dile dönüşmesi demek değildir. Diğer dillerden kelime alıp benimsemek ise hiç bu değildir. Yabancı dillerden kelime almamak o dilin izolayson hâlini, dolayısıyla ilkel bir durumda kalmış olduğunu gösterir. Nitekim çağımızda, belki hâlâ mevcûdiyetlerini sürdürebilen bir iki lehçe kalmış ise bunlar ancak fevkalâde ıssız bir iki mıntıkada, meselâ Amazonların derinliklerinde son demlerini yaşayan ilkel lehçelerdir. Türkçenin en “saf” biçimi olarak kabûl edebileceğimiz Hunca dahî, doğudan batıya önce Çince, sonra ise Farsça, Bizans Grekçesi, Latince, eski Cermen lehçeleri ve yeni yeni teşekkül etmeğe başlayan Roman (Fransızca, İtalyanca...) dilleriyle etkileşimde bulunmuşdur. Etkileşim diyorum, zîrâ arkaik Türkçe bu dillerden yalnızca almamış, onlara vermişdir de. Örnek vermek gerekirse çok eski zamanlardan bu yana bütün Batı dillerinde kullanılan “yoğurt” kelimesinde olduğu gibi...
Zâten Fransızca, İngilizce, Almanca, Ruşça vs. gibi büyük edebî dilleri incelersek bunların, yüzde 80’leri bile aşan oranlarda, başka dillerden “alıntı” yapdıklarını ve sonra artık bunları kendi benliğine katarak zenginleşdiklerini görürüz. Türkçe kökenli kelimeleri atın, Rusçada belki bir bardak su bile isteyemezsiniz. Yâhut diyelim ki Farsça kökenli kelimeleri atarsanız bakalım Türkçede basit bir politik yorum bile yazabiliyor musunuz?
Dünyâlar durdukça nâmı yürüyesi Gâzî Paşamız, o Öztürkçe hezeyânına kendini kapdırdığı günlerde, şimdi ezberimde olmayan o ünlü ve kimsenin, hattâ yazdıkdan yarım saat sonra ağleb-i ihtimâl bizzat kendisinin de anlamadığı cümleleri üreterek İsveç Kıralı’nı karşılama hitâbesi hazırladığında, İsmet Paşamızın bunu okudukdan sonra o boğuk sesiyle “Vallâhi eğer bu Türkçeden birşey anladıysam Arab olayım!” dediğini de bilirsiniz ki böylece târihde ilk kez olarak Arab olabilmek için Türkçe bilmek şartı da kayda geçmiş olmaktadır.
Lafın turşusunu kurmayalım!
Tekrâren: Bu bir alışverişdir!
Osmanlıca ise bu bağlamda âdetâ ders kitablarına en tipik örnek sıfatıyla girecek özelliklere sâhibdir:
Araştırmalardan öğrendiğime göre Osmanlıca (Türkçe) yirmi dile kelime verip yirmi dilden de kelime almış bir dildir.
Dile kolay... Yirmi dil!
Bu vesîleyle sevâbına şunu da hatırlatmış olayım:
Türkçe, yapısı ve kurgusu îtibâriyle yeryüzünün en mükemmel dillerinden biridir ve belki onların da önde gidenidir.
Nitekim büyük Fransız Türkologlarından Jean Dény bu vesîleyle şöyle demişdir:
“Eğer kökenini ve nasıl teşekkül etdiğini bilmesek sanabiliriz ki Türkçe çok eski zamanlarda, bir bilginler kurulu tarafından masa başında hazırlanmış bir dildir.”
Bence bir yabancı tarafından Türkçeye, benim de anadilime, yapılabilecek en fevkalâde iltifatlardan biri, muhtemelen birincisi, budur.
Bunu bir Türk söylemiş olsa “Yok artık, deve!” deyip geçebilirsiniz...
Onun için ben de günümüz Türkçesiyle diyorum ki:
“Thank you, Mr. Dény... Thank you very much! And happy Christmas!”
İnsanın, yâni bir Türk olarak göğsü şeyoluyor...
Benim for example oldu bilem...
Yâniyâ biz Türkler çocuklarına anadillerini unutturup yerine İngilizceyi dahî öğretmekden âciz bir gürûh olarak beşeriyet târihimizdeki “seçkin” yerimizi söke söke almışız; müjdeyi getiren de ben olayım...
Ama çocuk oyuncağı da değildir, hâ!
Bakınız yeryüzünün en âhengli, en güzel dillerinden birinin yaratıcısı olan Farslar ne demişler:
Arabî eser est;
Fârsî şeker est;
Türkî hüner est!
Ben olsam “Türkî dilber est!” derdim...
Fakat “günümüz Türkçesi” için en uygunu şu olsa gerek:
“Türkî, mahşer est!”