Öncelikle, Taksim’de başlayan ve tüm Türkiye’ye yayılan olayları hafife almak ve birkaç radikalin işi saymak mümkün değildir. Olaylarda yasadışı örgüt bağlantılı kişiler başı çekse de, Ergenekoncu tüm gruplar protestolarda yer almış olsa da gösterilerde haklı olmanın ötesinde, meşru eylem hakkını kullananlar da bir haylidir. Olaylar göz göre göre gelmiştir, fakat sorunu ağaçlara veya gaza bağlamak da mümkün değildir.
Sorun ağaç değil
Gösterilerde gerekçe olarak ‘sökülen ağaçlar’ gösterilse de olayın çevre ile zerre ilgisi yoktur. Mesele Hükümet karşıtı gruplarda biriken ve patlama noktasına gelen kendisini ifade edememe duygusudur. Ne yazık ki bu tepkide haklılık payı da vardır. Hükümet, artık ‘kendisini seçenlerin hükümeti’ olduğu söylemini terk etmelidir. Doğrudur, AK Parti Türkiye’nin en çok oy alan partisidir ve son 10 yılda aldığı desteği belki de hiçbir Cumhuriyet hükümeti ile kıyaslamak dahi mümkün değildir. Ancak AK Parti seçimi kazandıktan sonra sadece oy aldığı % 50’nin değil, tüm Türkiye’nin, yani % 100’ün hükümetidir. Başka bir deyişle Recep Tayyip Erdoğan en aşırı uçların dahi başbakanıdır. Bu gerçeğin Hükümet üyelerince daha sık bir şekilde kitlelere ifade edilmesi gerekir. Halk oy vermese de başbakanının ve diğer yöneticilerinin kendilerini sevdiğini bilmek ve duymak ister.
İkinci olarak, verilen yetkiler kullanılırken katılım olabildiğince yüksek tutulmalıdır. Katılımdan daha önemlisi ise insanların önemsenme ihtiyacıdır. Elbette yetki hükümettedir. İcracı onlardır. Ancak halkın sessiz de olsa siyasetinize katılması, en azından karşı çıkmaması yaptığınız işlere meşruiyet ve bereket kazandırır. Demokrasiler bir yönüyle günlük oylamalar gibidir. Demokratik bir ülkede siyasiler hemen her konuda ve hemen her gün halk tarafından oylanırlar. Bu bağlamda bir yere isim verirken ya da önemli bir yerde radikal bir düzenleme yaparken göstermelik de olsa sandık koymak, anket yaptırmak, yani halkı dikkate aldığını hissettirmek önemlidir.
Bahar değil, eşkıyalık
Özetle sokaklara inen çok sayıda kişi muhalefet açlığını gidermek için eylemlere katılmıştır. Hükümetin algı yönetimindeki eksiklerine ek olarak CHP ve MHP’nin yetersiz muhalefeti kitlelerin sokaklara indirilmesini kolaylaştırmıştır.
Diğer taraftan yaşananları ‘Türk Baharı’ olarak adlandırmak imkânsızdır. Halkın meşru aktörlerce iyi yönetilemeyen kızgınlığı bazı terör örgütleri ve derin devlet uzantıları tarafından yönlendirilmiştir. Ergenekon ve benzeri yapılar hâlâ dipdiridir. İşin kötü tarafı Türkiye son 15 yılda hiçbir dönemde bu kadar bilenmiş ve çok sayıda dış düşmanla karşı karşıya kalmamıştı. İçeride ve dışarıda birileri AK Parti’yi sokak yoluyla alaşağı etmek istemektedir, çünkü meşru yollardan bunu yapabilmek zor görünmektedir.
Gösterilerde 150 araç yakılmıştır, polisler, hatta itfaiye görevlileri linç edilmek istenmiştir, binalar ateşe verilmiştir. Kısacası yaşananları demokratik bir hak talebi olarak görmek artık imkânsızlaşmıştır. Olayların bu kadar tırmanmasında temel neden siyasi araç gereken yerlerde polisiye araçları kullanmaktır. Başka bir deyişle tıpkı Reyhanlı’da olduğu gibi burada da ciddi zaaflar vardır.
Reyhanlı demişken, Taksim sonrası ortaya çıkan olaylara Batı dünyasının mal bulmuşçasına saldırması ve Türkiye’yi Suriye’ye benzeten haberler yapılması birilerinin Türkiye’de bir ‘Türk baharı’ yaratmada ne derece istekli olduğunun kanıtıdır. Bu bağlamda Reyhanlı ve Taksim arasında, failleri farklı dursa da, büyük benzerlikler vardır. Ve ne yazık ki Türk Baharı yaratma çabaları artarak sürecektir.