Önce bir düzeltme:
Dün bâzı gazetelerde “Atatürk’ü sevmek ibâdetdir.” sözünün General İlker Başbuğ’a âid olduğu yolunda bir iddia oldu.
Yanlış.
O söz Celâl Bayar’ındır.
Düzelteyim dedim.
Hazır Atatürk’den açılmışken, yine birkaç gündür ön plana çıkma istîdâdı gösteren bir başka husus da Türkiye’nin 2012 Yılı’nda hâlâ Atatürk’e ihtiyâcı olup olmadığı suali.
Bu suâl öteden beri beni de yoğun şekilde meşgûl etdiği için fırsatdan yararlanarak ben de bir kere daha değinmek istiyorum.
“Bloknot” ve “Bir Nal Kolleksiyoncusu - Türkiye” adlı ve denemelerden oluşan kitablarımda dönüp dolanıp tekrar ele aldığım bu konuda benim görüşüm özetle şöyle:
Devlet adamları “yaşadıkları” çağın aktörleridir ve bu özellikleriyle ancak yaşadıkları çağ çerçevesinde değerlendirilebilirler. Eğer bu yapılmazsa meselâ Atatürk’ün teknoloji düşmanı bir insan olduğu, çünki ömrü boyunca tek bir kere bile cep telefonu kullanmadığı gibi bir deli saçması ileri sürmek bile kaabildir.
Bu doğrudur ama büyük devlet adamlarının, ölümlerinden çok sonra dahî etkilerini devâm etdirdikleri de bir vâkıadır. I. Napoléon gibi II. Mahmud gibi hükümdarlar benim bu sözüme birer delildir. Denilebilir ki Fransa’yı ve Türkiye’yi onyıllar boyu mezarlarından yönetmişlerdir.
İşte Atatürk de onlardan biri!
1923-1938 arası öyle bir yapı inşâ etmiş ki 2012 Yılı’nda hâlâ o binânın içinde yaşıyoruz.
Teşbihde hatâ olmaz, hatâsız teşbîh olmaz; ne var ki aradan geçen zamân içinde bir dizi değişiklik yapmakdan da geri kalmamışız. Diyelim ki binânın içine kalorifer getirmişiz, yok buzdolabıydı, televizyondu gibi âletler alınmış vs...
Ancak bunlar oldu diye binânın “mîmarı” değişmiş olmaz!
O bakımdan şimdi Atatürk’e hâlâ ihtiyâcımız var mı kabîlinden tartışmalar bana pek de akıllıca gelmiyor.
Bugün Atatürk’ü hayâtımızdan çıkarmak demek Türkiye’nin tümüyle ortadan kalkması demekdir!
Yâni Atatürk’ü, isteseniz de hayâtımızdan çıkaramazsınız.
Ama buna muvâzî olarak, Atatürk kullanmadı diye televizyon da kullanmamak yoluna saparsanız tabii ciddîye alınma şansınızı da kaybedersiniz!
Ne demiş şâir:
“Ne harâbî ne harâbâtîyiz,
Kökü mâzîde olan âtîyiz.”
“Harâbî” harablık, yıkıklık demek; “harâbâtî” ise perîşan, dağınık anlamına geliyor. Bir mânâsı da ayyaşlık...
Eh, “âtî”nin ne anlama geldiğini de bilmiyorsanız açarım ağzımı, yumarım gözümü, ona göre!
Bağlayacak olursak bu millet iki Mustafa’dan da vazgeçmez:
Ne Muhammed Mustafa’dan ne de Mustafa Kemâl’den!!!
Ben söylemiş olayım da sonra kimse apışıp kalmasın!
Ha, bir de şu var:
Atatürk’ü sevmek ibâdet mibâdet değildir!
İbâdet dînî bir kavramdır. İnsanlar kutsal bildikleri bir inanca, bir fikre ibâdet ederler.
O bakımdan Atatürk’e “ibâdet” etmek her şeyden önce Atatürk’e saygısızlıkdır ve onun rûhunu rencîde eder.
“Ben size böyle mi öğretmişdim?” demesine yolaçar!
“Benim fânî vücûdum elbet bir gün toprak olacakdır.” diyen bir şahıs hiç kendisine ibâdet edilmesini isteyebilir mi:
Bu ise gösteriyor ki Atatürk’ü, onun en yakınında bulunanlar bile doğru dürüst anlayamamışlardır!
Yoksa bir Celâl Bayar’ın böylesine “hırdavat” bir lakırdı etmesine hiç imkân olabilir miydi?
Hayır, hayır!
Atatürk’ü sevmek ibâdet değil onu anlamakdan geçer bence!
Anlamaya gayret etmekden!
Başdaki soruya dönecek olursak, evet, bugün Atatürk’e hâlâ ihtiyâcımız vardır.
Ama türbedarlığına, yâhut rantını sömüren veznedarlığına değil!
Haznedarlığına!