Neoliberalizm ve neokonservatizm çağının ardından, küresel siyasette Neo-Emperyalizm dönemi şekilleniyor; büyük güçler artık sadece ekonomik ve ideolojik etkiyle yetinmeyip doğrudan toprak genişletme politikalarına yöneliyor. Bu yeni dönem, uluslararası hukukun ve mevcut sınırların sorgulandığı, güçlü devletlerin jeopolitik çıkarlarını genişletmek için askeri, ekonomik ve diplomatik araçları daha agresif bir şekilde kullandığı bir süreci işaret ediyor.
Donald Trump'ın ikinci dönem açılış konuşmasında en dikkat çekici söylemi, ABD'nin "yeniden büyüyen bir ulus olarak kendisini göreceğini zenginliğini artıracağını ve topraklarını genişleteceğini" ilan ettiği bölümdü. Bu ifade, yalnızca retorik bir söylem olarak değerlendirilmekten öte, Trump'ın uluslararası siyasete yönelik bakış açısını ve yeni dönemde izleyebileceği politikaları açıkça ortaya koyuyor.
ABD dış politikası tarihsel olarak Monroe Doktrini (1823), Manifest Destiny (1845) ve Roosevelt Corollary (1904) gibi genişlemeci doktrinler üzerine inşa edilmişti. Genel olarak ABD dış politikası, küresel güvenlik, ekonomik çıkarlar ve diplomatik ilişkiler çerçevesinde şekillenirken, Trump'ın bu söylemi neo-emperyalist bir anlayışın işaretlerini taşıyor.
Trump'ın bu toprak genişletme söyleminin sadece boş bir retorik olduğu yönündeki umutlar hızla söndü. Başkanın, ABD'nin egemenliği altına almak istediği yabancı topraklara ilişkin açıklamaları, artık göz ardı edilemeyecek kadar sık hale geldi.
Trump, ABD'nin "Grönland'ı alacağını" açıkça dile getirdi. Trump'ın Grönland'ı ABD'ye dahil etme fikri, geçmişte ABD'nin Alaska'yı Rusya'dan satın almasına (1867) ve Filipinler, Porto Riko ve Guam'ı İspanya'dan almasına (1898) benzer bir girişim. Panama Kanalı'nı "geri alacağına" söz verdi. Kanada'nın Amerika'nın 51. eyaleti olması gerektiğini sık sık dile getiriyor. ABD'nin 1812 Savaşı sırasında Kanada'yı işgal etmeye çalışması ve 19. yüzyıl boyunca Kanada'nın ABD'ye katılmasını savunan "Annexationist" hareketlerin etkisini hatırlatıyor. Son olarak, Trump'ın Gazze üzerindeki hak iddiası, tarihsel olarak İngiltere'nin 1917'deki Balfour Deklarasyonu ile Filistin üzerindeki kontrolü ele geçirmesine ve İsrail'in 1967'de Altı Gün Savaşı sonrası Gazze'yi işgal etmesine benzetilebilir.
20. yüzyılda inşa edilen küresel düzen, ulus-devletlerin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü koruma ilkesine dayanmaktaydı. Ancak günümüzde büyük güçler bu ilkeleri giderek daha fazla ihlal etmekte ve kendi çıkarlarına uygun bir dünya düzeni oluşturmaya çalışıyor.
Bu durum, özellikle küçük ve orta ölçekli ülkeler için büyük bir tehdit oluşturuyor. Uluslararası hukuk mekanizmalarının zayıflamasıyla birlikte, devletler arasındaki ilişkiler giderek güç mücadelesine dayalı bir hale gelmekte ve Thukydides'in ifade ettiği gibi, "güçlü olanın dilediğini yaptığı, zayıf olanın ise katlanmak zorunda kaldığı" bir düzen oluşmaktadır.
Özellikle ABD, Rusya ve Çin gibi büyük güçlerin etki alanlarını genişletme çabaları, uluslararası sistemin istikrarını tehdit etmektedir. 19. yüzyılda büyük güçler arasında gerçekleştirilen Berlin Konferansı gibi anlaşmalar, dünyayı paylaşma girişimleri olarak tarihe geçmişti. Ancak bu tür anlaşmaların uzun vadede istikrarsız olduğu ve 20. yüzyılın dünya savaşlarına zemin hazırladığı unutulmamalı.
Neo-emperyalist politikaların yalnızca dış politika ile sınırlı olmadığı, iç siyasette de ciddi etkiler yarattığı görülmektedir. Emperyalist eğilimler, genellikle güçlü lider kültleri ile paralel ilerler. Putin ve Xi'nin kendi ülkelerinde otoriter yönetimlerini güçlendirmesi, Trump'ın da benzer bir strateji izleyebileceğinin göstergesi.
Trump'ın ikinci döneminde içeride muhalefeti bastırma, medya üzerindeki kontrolünü artırma ve "iç düşman" olarak tanımladığı grupları sindirme yönünde adımlar atması olasıdır. Elon Musk gibi etkili figürlerin, Roma İmparatorluğu'nun çöküşü üzerine düşüncelerini paylaşması ve ABD'nin modern bir "Sulla"ya yani siyasi muhaliflerini ortadan kaldıran otoriter bir lidere ihtiyacı olduğunu öne sürmesi, ABD siyasetinde tehlikeli bir dönüşümün habercisi olabilir.
Tarihsel örnekler, büyük güçler arasında etki alanlarının paylaşılmasının kalıcı barış getirmediğini, aksine uzun vadede çatışmalara zemin hazırladığını gösteriyor. Bugün yaşanan gelişmeler, uluslararası sistemin geleceğini şekillendirecek kritik bir döneme girildiğine işaret ediyor.