Türkiye’de son on yıldır bir “muhafazakârlâşma” edebiyatı sürüp gidiyor.
Eskiden sadece Kemalistlerden duyulan bu “endişe”nin son dönemde bazı sol-demokrat veya liberal kalemlerden de duyulur olması ise, yabana atılmaması gereken bir gelişme. (Söz konusu kalemler şaşmaz birer pusula filan değiller elbette; ama “endişeli modernler”in bir önceki dalgasından daha kayda değerler.)
Batı basınında ise bizde “muhafazakârlâşma” denen şeye daha açık sözlü bir ifadeyle “İslamlaşma” deniyor. Ben de, açık sözlülüğü sevdiğimden, öyle diyeceğim.
Ve hemen şunu ekleyeceğim: İslamlaşmaya taraftarım!.. Çünkü ben, elhamdülillah Müslümanım, ve toplumda daha fazla insanın daha Müslümanca yaşamasını dilerim. Umarım ki daha fazla insan Allah’a inansın, O’nun nimetlerine şükretsin, bu niyetle namaz kılsın, oruç tutsun, zekat versin. İsterim ki daha fazla insan, sahip olduğu bedenin, ruhun, hayatın ve her şeyin Allah’ın bir lütfu olduğunu bilerek yaşasın.
Ancak, böylesi bir İslamlaşma’nın, laik kesimin endişe ettiği “dayatma” yöntemiyle sağlanamayacağından da eminim.
Dayatınca ne oluyor
Bu dayatma yönteminin en radikal örnekleri, Suudi Arabistan ve İran gibi “İslam devleti” olma iddiasındaki rejimlerde yaşanıyor. Kendilerine “din polisi” veya “devrim muhafızı” denen mekanizmalar, toplumun İslam’ın gereklerine göre (daha doğrusu kendilerinin o gereklerden anladığına göre) yaşamasını sağlamaya çalışıyor: İçki yasak, tesettür zorunlu, ibadetler bile kimi zaman mecburi...
Ancak dikkat ederseniz, devlet zoruyla dayatılan tüm bu pratikler, dindarlığın ancak dışsal yansımaları ile ilgili. Oysa, biliyoruz ki, İslamiyet’te birincil mesele, insanın kalbindeki “iman” ve ondan kaynaklanacak “niyet”tir. Bu “içsel öz” olmadıktan sonra da yapılacak hiç bir ibadetin hiç bir değeri yoktur.
Suudi ve İran örneklerindeki sorun şu ki, insanların dış görünüşünü İslamlaştırmak için büyük gayret sarf eden rejimler, onların içlerine pek olumlu tesir etmiyor. Hatta denebilir ki, insanları ikiyüzlülüğe ittikleri için, onların dindarlığına zarar veriyorlar. (Kendi ülkelerinde ulaşamadıkları günahlara yurtdışına çıkınca üşüşen Suudiler ve İranlılar örneğinde görüldüğü gibi.)
İman ve erdem
Peki İran ve Suudi Arabistan’la Türkiye’nin ne alakası var?
Doğrudan bir alakası yok elbette. Türkiye’nin bir “İslam devleti”ne dönüşeceği yok. AK Parti’nin böyle bir niyeti ve hedefi olmadığı gibi, “farklı yaşam biçimlerine saygı” da iktidar partisinin sıkça vurguladığı bir ilke.
Gelgelelim, “muhafazakâr kesim” denen geniş yelpaze içindeki herkesin hoşgörülü olduğunu söylemek de zor. (Eyüp’deki biralı Rock festivalinin kapısında “bir gece ansızın gelebiliriz” diye tempo tutarak tehdit savuran “Alp Erenler,” örneğin, herhalde hoşgörüye fazla meraklı değiller.)
Gerçekten de bir “mahalle baskısı” üretmeye eğilimli olan bu kesimler anlamalılar ki, eğer toplumu sahiden İslamlaştırmak istiyorlarsa, bunu dindarlığın dışsal tezahürlerini dayatarak yapamazlar. Bu, aksine, ters teper. Yani dine karşı mesafeli ve hatta tepkili kitleler üretir.
Toplumu sahiden İslamlaştırmanın tek yolu, insanların kalplerine tesir etmektir. Bu da öncelikle dindarlığın özü olan “iman”ı güçlendirmekle olur; başta Risale-i Nur temelli hareketler olmak üzere, nice sivil cemaatin onyıllardır başarıyla yaptığı gibi...
Bir de topluma İslam adına “erdem” göstermekle olur. Örneğin Müslümanların, adil, dürüst, mütevazı, kalender, nazik insanlar olduklarını, para ve iktidarla yozlaşmadıklarını göstermekle...
Öyle Müslümanlardan olmak duasıyla, hepimize hayırlı Ramazanlar!..