Türkiye’de tıp eğitimine ve tıp fakültelerinin üniversite içindeki konumuna ilişkin tartışılmayı hak eden ciddi sorunlar var. Ancak tıp fakülteleri, tıp fakültesi kökenli olmayan kişilerin kolay kolay tartışmaya müdahil olabileceği bir alan değil. Sözgelimi, eğitim veya fen-edebiyat fakülteleri hakkında bir karar alınırken, birçok farklı alandan gelen kişiler konuya ilişkin kanaatlerini rahatlıkla belirtirler. Aynı şey, tıp fakülteleri için söz konusu değil. (Belli bir ölçüde, hukuk ve mühendislik için de durum böyledir.)
Özerklik
Tabii ki şu savunulabilir: Belli bir disipline ilişkin kararların o disipline ilişkin akademisyenler/meslektaşlar tarafından alınması, akademik özgürlüğün veya özerkliğin ruhuna uygundur. Bu, bir ölçüde doğrudur. Ancak konu, sadece akademik bir mesele değildir. Özellikle tıp fakültesi gibi topluma doğrudan hizmet üreten ve kendisinden beklentilerin yüksek olduğu bir alanda politikaların, sadece meslektaşların sorumluluğuna bırakılmasının ciddi sakıncaları var.
Sözgelimi, neredeyse planlı kalkınmaya başladığımız 1960’lı yıllardan itibaren, Türkiye’de ciddi bir doktor açığı olduğu ve bu açığın kapatılması için bazı adımların atılmasına ihtiyaç olduğu bilinmektedir. Daha önemlisi, mevcut nüfus eğilimleri dikkate alındığında, bu açığın kapatılması için acil politika tedbirleri alınması gerektiği halde, tıp fakülteleri doktor açığının kapatılması adına on yıllar boyunca köklü bir adım atmamışlardır.
Daha kötüsü, tıp fakültelerinin çoğu, doktor açığının kapatılmasının en kestirme yolu olan tıp fakültelerindeki kontenjan yani öğrenci sayılarını artırmaya karşı çıkmışlardır. Oysa Dünya Bankası 2010 verilerine göre, Türkiye’de bin kişi başına düşen doktor sayısı 1.5 olduğu halde; bu sayı, Yunanistan’da 6.2, Almanya’da 3.7, İsrail 3.7, Fransa’da 3.4, İngiltere’de 2.7 ve ABD’de 2.4’dir. (2011 verilerine göre, Türkiye’de bu sayı, 1.7’ye yükselmiştir.)
Neyse ki, Sağlık Bakanlığının talepleri doğrultusunda YÖK’ün özellikle 2008 sonrasında kontenjanları artırma politikası sonucunda, önümüzdeki yıllardan itibaren Türkiye’nin doktor sayısı hızla artacak ve 2023 yılına gelindiğinde doktor açığı önemli ölçüde kapatılmış olacaktır.
Korkular
Kontenjanların artırılmasına ilişkin en temel eleştiri, çalışma alanı insan hayatı olan tıp eğitiminin özel ve nitelikli bir eğitim gerektirdiği ve dolayısıyla kontenjanları önemli ölçüde artırmanın nitelikli doktor yetiştirmeye olumsuz etkisi olacağıdır. Bu eleştiri, özünde doğrudur ancak eksiktir. Eksik olmasının nedeni, Türkiye gibi gelişen ve büyük bir doktor açığı olan ülkede kontenjan artırmaya karşı çıkmanın artık sürdürülebilir bir politika seçeneği olmamasıdır.
Şunu da ifade edelim ki, 1980’li yılların başında da, yani Türkiye’de bin kişi başına 0.7 doktor düşerken, yeni açılan tıp fakülteleri ve kontenjan artırımları dolayısıyla sonraki yıllarda niteliksiz doktorlar yetişeceğini yönünde korkular dile getirilmiştir. İlginçtir, bu korkuyu dile getirenlerden birisi, tıp doktoru olmayan ve o dönemde YÖK üzerine bir değerlendirme yazan Mete Tunçay’dır. Ancak, bugünden geriye dönük bakıldığında bu korkuların, yersiz olduğu görülmektedir. Çünkü 1980 sonrası yetişen doktorların 1980’den önce yetişen doktorlardan daha az nitelikli olduğuna ilişkin elimizde hiçbir ciddi veri yoktur.
Özellikle köklü tıp fakülteleri öteden beri öğrenci sayısını artırmaya karşı çıkmak yerine, artan öğrenci sayısına mukabil, bugüne kadar yeni bina, laboratuvar ve hastane talep etmiş olsaydılar, bugüne değin hem toplumsal talep daha çok karşılanmış olacak hem de niteliği gözeten bir yaklaşım benimsenmiş olacaktı. Özetle, bugün yetişen hekim adaylarının da nitelikleri konusuna ilişkin korkulara teslim olmak yerine, varsa niteliğe ilişkin kaygıların giderilmesi için politika tedbirleri geliştirilmeli ve Türkiye’nin nitelikli doktor ihtiyacı kapatılmalıdır.
Sonraki yazıda, bir üniversitede tıp fakültesinin varlığının oluşturduğu etkileri değerlendireceğim.