Margeret Thatcher, benim gibi seksenli yılların acısını yaşamış sonra da ‘bu yıllarda ne oldu da başımıza bütün bunlar geldi’sorunsalına kafa yorarak iktisada bulaşmış biri için çok önemli bir şahsiyetti. Bunun için geçen yıl sonu bizde vizyona giren ‘The Iron Lady’ (Demir Leydi) filmi ilk geldiği gün sinemadaydım. Tabii Thatcher’ı canlandıran Meryl Streep’in performansı hikayeyi biraz geride bırakıyordu. Öte yandan filmin adı Demir Leydi’ydi ama film, demans hastası yaşlı bir kadının mahalle merketinden süt alma sahnesiyle başlıyordu. Yani seksenli yılların hemen başında, dünyanın gidişini Britanya’dan başlayarak değiştiren bir akıma (Thatcherizm) adını veren, dünyayı her şeyin alınıp satılacağı bir pazar olduğunu/olması gerektiğini anlatan, sistemin yeniden ayağa kalkması için, kendi ülkesi dahil insanlığın tüm demokratik-ekonomik kazanımlarını silmeye çalışan, azgelişmiş ülkelerdeki darbelere, insanlık dışı uygulamalara ses çıkarmayan hatta destekleyen dolayısıyla kana da bulaşmış bir siyasi lider, Phyllida Lloyd’un yönetmenliğini yaptığı filmde, yaşlı, hafızası gidip gelen kocası Denis Thatcher’i kaybettikten sonra da onun hayaliyle yaşayan, süt almak bahanesi ile yardımcılarını atlatıp mahalle bakkalına kaçan yaşlı bir teyzeye dönüşmüştü. Tabii filmde genç Thatcher zamanları da vardı bu bu zamanlar, erkeklerin egemen olduğu bir siyasi ortamda hızla yukarı çıkmaya çalışan azimli bir genç kadının mücadelesi olarak anlatılıyordu. Tıpkı bizdeki Çiller gibi Thatcher da erkeklerin o sert ve acımasız siyaset dünyasında onlara benzeyerek hatta onlardan daha sert ve acımasız olarak dönüşüyor ve onları yeniyordu. Güzel bir hikayeydi filmde anlatılan ama o yılların hikayesi çok başkaydı.
Gelişmiş ülkelerde devletin sosyal alanlardan hızla çekilmesi ve ücretlerin dolaylı olarak düşmesi başdöndürücü özelleştirme uygulamaları ile geliyor ve bu dönüşüme ABD tarafı Reaganomics ile eşlik ediyordu.
Yani Thatcherizm ve Reaganomics birbirini tamamlayarak yeni bir sermaye birikim modeli olarak günümüze kadar olan sürece damga vurdular ve içinde bulunduğumuz krizin dinamiklerini oluşturdular.
Thatcherizm, hızlı özelleştirme ve finansallaşma, sosyal devletin hızla geriye gitmesiyle belirginleşiyor, Reaganomics ise arz yönlü iktisat dediğimiz özel sektörde vergi indirimleri ve denetimsizliğe varan ultra-liberal bir yaklaşımı hayata geçiriyordu.
Bu sözüm ona ‘liberalizm’ devletin sosyal yanıyla uğraşıyordu, devlet geriye gitsin diyordu ama bu dönemde ABD’nin savunma harcamaları dünyadaki toplam savunma harcamalarının yüzde 30’una yaklaşmıştı. Daha sonra Reagan’ın kararlı bir izleyicisi olan baba Bush döneminde ABD, dünya toplam savunma harcamalarının yüzde 50’sini yapacaktı. Aynı durum Britanya’da da vardı, yine Thatcher döneminde İrlanda sorunu ve bu sorunu bastırmak için kullanılan militarist yöntemler de hızla tırmanmıştı.
Yani ortada, o zaman Şili’deki Pinochet cuntasının danışmanlığını yapan ve hem Thatcher’in hem de zamandaşı Reagan’ın akıl hocası ve uyguladıkları neoliberal politikaların yaratıcısı olan Milton Friedman’ın dediği gibi bir ‘liberalizm’ falan yoktu. Tam aksine, devletçi bir militarizm ve yeni bir Anglosakson hakimiyetinin silahla yeniden tesisi çabaları vardı.
Hepsi yalan-dolan çocuklar...
Ama bütün bu dönem, ilkönce Milton Friedman gibilerinin müthiş katkılarıyla (!) iktisat teorisinde bir akımla anlatılarak (neoliberalizm) meşrulaştırıldı. Peki bizim üniversitelerimiz, aydınlarımız bütün bu süreci nasıl algıladı?
Thatcher, bakıcılarını atlatıp mahalledeki bakkala süt almaya kaçan yaşlı teyze değildi ama yapmak istediği şey de liberalizm değildi. Evet, ne yazık ki, bizim üniversitelerimiz, basınımız, ekonomi ile ilgili devlet kurumlarımız, aydınlarımız bu dönemi liberal dönem, dönemin politikacılarını da Adam Smith’den sonra dünyaya yeniden liberalizmi getirmeye çalışan ‘kahramanlar’ olarak gördüler. Geçen ay Merkez Bankamız ‘merkez bankası bağımsızlığı’ diye bir kitap bastı, kitapta Thetcher’ın akıl hocası, katil Pinochet’nin danışmanı olan Milton Friedman’ın fotoğrafı baş köşedeydi. Diyeceksiniz, sen nasıl iktisatçısın adam nobel aldı; bu beni hiç ilgilendirmiyor, söyledikleri zırvadır, söyledikleri iflas falan etmedi, çünkü baştan beri zırvaydı. Ama zaten şu merkez bankası ‘bağımsızlığı’, ‘enflasyon hedeflemesi’, ‘her şeyin başı fiyat istikrarı’ gibi yutturmacılarda ‘Chigago Boys’ cilalı bitmiş hikayelerdir.
Benim üzerinde durduğum, demans hastası yaşlı bir kadının, yaşlanıp ölmesini doğal bulupda, onun o lanetli döneminin söylemlerini, teorilerini neden mutlaklaştırdığımızı sorgulamak; hem de yanlış olarak.
Şimdi gidin bizdeki herhangi bir üniversitenin iktisat bölümüne bunlar, Keynes’in, 1929 bunalımından sistemi çıkarmak için anlattıklarının hemen arkasından mutlak ‘liberal’ gerçekler olarak çocukların beynine sokuşturulur. Yeminle hepsi yalan-dolan çocuklar... Yalan üzerine gelecek inşa edilmez. Yeni bir dönem başlıyor, geçmişe yeniden bakalım. Rantın, faizin, adaletsizliğin olmadığı bir ekonomi mümkün...