Demokratikleşme sürecinin en ağır aksak ilerlediği alan hiç kuşkusuz eğitim alanı; günlük gelişmeler, zaten, eğitim alanının demokratik açıdan ne kadar sorunlu olduğunu ortaya koyuyorlar.
İşte size iki önemli örnek ve bendenizin yorumuna göre bu sorunun kökeni.
Hürriyet gazetesinden (20 Eylül Cuma) bir haber: “Erzurum’un Aşkale ilçesinden geçen Cuma günü Balıkesir’in Ayvalık ilçesine bağlı Küçükköy beldesindeki Macit Ataklı İlköğretim ve Ortaokulu’na atanan Türkçe öğretmeni Elif Kısa’nın, okula tesettürle gelip derslere girmesi velilerin tepkisini çekti.”
Bu satırların yazarının ailesinde, yakın çevresinde türban pek yoktur ama bendenizin kişisel görüşü bir öğretmenin derslere, yüzü çok net bir biçimde açık olduğu müddetçe, türbanla girmesinde bir mahsur olmadığı yönündedir; türbanlı hanımların kamu hizmetine girmesinde bence bir sakınca yoktur, insanların, erkek ya da kadın, kişisel dünyaya bakışlarını ürettikleri kamu hizmetine yansıtmadıkları sürece yakalarına Atatürk rozeti takmaları ya da türbanlı olmaları kimseyi ilgilendirmez.
Ancak, şunu da unutmayalım, toplumun azımsanmayacak bir bölümü, doğru ya da yanlış, çocuklarının karşısına türbanlı bir öğretmenin çıkmasından hoşlanmamaktadır; tıpkı, başka bir kesimin de aynı öğretmenlerin yakalarına Atatürk rozeti takmalarından hoşlanmadıkları gibi.
Mesele sadece türban ya da Atatürk rozeti de değildir.
Türkiye’nin her okulunda sabahları çocuklara tuhaf bir and içirilmektedir; unutmayalım bu “andımız!” 1933 tarihinde yani Cumhuriyet’in ırkçılıkla ciddi bir biçimde flört ettiği bir dönemde Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’in sisteme soktuğu ve tam eksen senedir hiç bir bakanın, başbakanın kaldırmaya cesaret dahi edemediği bir metindir.
İnsanların çocuklarını askere göndermemek için, bence de haklı nedenlerden, seksen takla attığı, paralar ödediği, akademik (!) sevdalara tutulduğu bir çağda çocukların her sabah “varlığım türk varlığına armağan olsun” diye bağırtılmaları tam bir sahtekarlıktır ama kimse bu sahtekarlığa ses çıkar(a)mamaktadır.
Yine ancak, toplumda bu andın her sabah çocuklarına bağırtılmasından memnun ya da en azından şikayetçi olmayan azımsanmayacak bir kesim de mevcuttur.
Ortaya, bu iki örnek üzerinden, türbanlı öğretmenler ve andımız, ilginç ve mevcut hukuksal yapı içinde çözümü olanaksız bir manzara çıkmaktadır.
Çocuklarının karşısına türbanlı öğretmen çıkmasına şiddetle karşı çıkan/ bu konuda sakınca görmeyen; çocuklarına her sabah ırkçı bir and içirilmesine ses çıkarmayanlar/ bu andı işittiği zaman tüyleri diken diken olan veliler çocuklarını aynı/yeknesak eğitim sisteminin içine sokmak mecburiyetindeler.
Bu mecburiyetin başka bir adı da “tevhid-i tedrisat”tır.
Bu dar elbiseyi, dar ne kelime, insana nefes alma imkanı bile tanımayan bu elbiseyi üzerimizden çıkarmadan, insanların istedikleri, tercih ettikleri ama evrensel hukuk ilkeleri ile, temel hak ve özgürlüklerle çelişmeyen bir sisteme girmelerine izin verecek bir demokratik model benimsenmeden eğitim sistemimizin düzlüğe çıkması zor görünmektedir.
Unutmayalım, ya da şartlanmalarımızı bir kenara bırakalım, tevhid-i tedrisat modelinin alternatifi dinsel bir eğitim değil, tercihlere dayalı özgürlükçü bir modeldir.
Velilerin çocuklarına tercih edecekleri bir dünya görüşüne göre eğitim veremedikleri ülkelere demokratik hukuk devleti demek olanaksızdır.
İşe Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) koyduğumuz çekinceyi kaldırarak başlayabiliriz; unutmayalım, Türkiye, AİHS’nin 1 numaralı ek protokolünü onaylarken, eğitim ile ilgili 2. maddesine çekince koyarak, 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Yasası kurallarının saklı tutulduğunu belirtmiştir.
Demokratikleşme sürecinde sadece AİHS’in bir numaralı ek protokolüne değil, tüm uluslararası sözleşmelere koyduğumuz çekinceleri kaldırırsak, anayasal ya da yasal değişikliklere bile gerek kalmaksızın, başta kürt (türk) meselesi olmak üzere tüm sorunlarımızda, şayet hakimlerimiz gerçek hukukçu hakimler olarak kararlar üretebilirler ise, önemli mesafeler alabiliriz.