İnsanoğlu on binlerce yıllık toplumsal tarihinde kendisi için hayati önemde ve asla vazgeçemediği bir ihtiyaçlar piramidi inşa etti. Bu ihtiyaçlar piramidinin en tepesinde her zaman yeme içme en önemli ihtiyaç olarak yerini korudu. Yeme içmeden sonra sırasıyla barınma ve güvenlik ihtiyacı geldi. Bu üç ihtiyaç bütün tarih boyunca insanoğlu dediğimiz türümüzün ‘’bütün davranışlarını’’ belirledi. Esasında adına kültür dediğimiz ve hayatta kalmamızı sağlayan bütün bildiklerimizin, öğrendiklerimizin ve uyguladıklarımızın kaynağında bu üç ihtiyacın mührü vardır.
İnsanlar bu üç ihtiyaç için toplumsallaşırlar. Bu üç ihtiyaç toplumsallaşmayı bir düzen içinde oluşmasını zorunlu kılar. Çünkü düzen içinde toplumsallaşmanın olumsuz alternatifi kaostur. Kaos hiç bir ihtiyacı karşılamadığı gibi, insan olarak hayattaki varlığımızı bir kemirgen gibi kemirir ve bölük pörçük hale gelen varlığımız hızla ufalarak çürümeye başlar.
İhtiyaçlar piramidinin huzur ve barış içinde karşılanması ve mutlu bir toplumsal hayat için hem düzen, olabilmenin gereği, hem de düzenin kusursuz işlemesi için temsili yönetimlere karar veririz. Hiç kuşkusuz bu süreç burada anlattığım gibi kolayca oluşmaz, kolayca gelişmez. Çünkü her ihtiyaç aynı zamanda beraberinde bir fikir de getirir. İhtiyaçların karşılanmasına fikirlerin rekabeti eşlik eder. Bu da bizi siyasetin kaynağına, tarih sahnesine çıkış nedenlerine götürür.
Tarihin belli dönemlerinde toplum kendi ihtiyaçlarını karşılarken ihtilaflar yaşamaya başlar. Bu ihtilafların siyasi düzeyde şekillenmesi doğal, gerekli ve makbuldur. Bir süre sonra söz konusu ihtilaflar başka içerikler de kazanır. İdeolojik, kültürel ve ekonomik alanda baş gösteren yeni ihtilaf çeşitleri gelişip güçlendikçe toplumu kutuplaştırmaya başlar. Kutuplaşan toplum artık yavaş yavaş düzenin dışına çıkararak kaotik ortama adım atar.
Bu durumda toplumlar ya yeni bir toplumsal sözleşme yolu ile ortak mutabakatlara varırlar ya da toplumdaki kaos büyür ve toplum kendi kendini yönetemez hale gelir. Toplumun kendi kendini yönetemez hale gelmesinin en büyük sonucu ‘’güven duygusunun’’ giderek zedelenmesidir.
Güven duygusu zedelenen toplum doğal olarak daha fazla güvenlik talep eder.
Güven duygusu zedelenen toplum ya da güvenlik ihtiyacını birinci öncelikli ihtiyacı olarak algılayan toplum, aslında iç ve dış saldırılara daha açık hale gelir. Toplumu ikna gücüne sahip olmayan, toplumun içinde toplumun büyük bir kesiminin rızasını alarak iktidar olma imkanına sahip olamayan bazı güçler, işte tam bu süreçte sahne alırlar.
Demokratik yollar ile iktidara gelme zahmetine girmeyen ve kendilerince daha ‘’kısa yollar’’ arayan mihraklar, demokratik yollara itibar etmedikleri için bir tür otomatik olarak şiddet ve terör yolu ile toplumu rehin alma yoluna başvururlar.
Toplumsal düzenin doğal imkan ve dinamiklerine bağlı olmayan güçler, geliştirdikleri şiddet ve terör eylemleri ile toplumda iki duygu zayıflamasını sağlamaya çalışırlar. Birincisi, toplumun kendi kendini yönetemediğini göstermek, diğeri de hiç kimsenin güvende olmadığını ayyukaya çıkarmak.
Kimliği, menşei, amacı ve niyeti ne olursa olsun bütün şiddet ve terör örgütlerinin başat hedefleri budur. Yönetenlerin yönetemediğini göstermek ve can güvenliğinin bütün ihtiyaçların en tepesine çıkmasını sağlamak. Diğer bir deyimle toplumun bu iki düzen damarına saldırarak toplumun bir tür ‘’komaya girmesini’’ sağlamak. Toplumsal koma toplumsal kaostan başka bir şeydir.
Peki bu korkunç amaçlar taşıyan düşmana karşı ne yapılmalı? Bunun cevaplarını gelecek yazılara bırakalım.