12 Eylül darbesi öncesinde Türkiye büyük bir terör dalgasının içindeydi. Terör sokaklara, hatta okullara kadar inmişti. Kurtarılmış mahalleler vardı. Yanlış bir sokağa girdiğiniz zaman şanslıysanız sadece dayak yer, hayatınızı kurtardığınıza şükrederdiniz. Üniversitelerin pek çoğunda dersler yapılamıyordu. Öğrenciler sık sık dersleri boykot ediyor, gösterilerde sık sık silah kullanılıyordu... Kurşunlar karşıt görüşlü öğrencilerin üzerinden geçiyor ve elbette bazen de gencecik bedenlere isabet ediyordu... Evler basılıyor, bazen birçok insan sırf farklı görüşte olduğu iddiası ile katlediliyordu. Kahvehanelerin taranması adettendi. Okey oynarken ya da çayınızı yudumlarken cam çerçeve aşağı inebiliyordu.
Kısacası Edirne’den Ardahan’a tüm Türkiye’yi saran kitlesel bir kutuplaşma yaşanmaktaydı. Siyaset bilimciler ve sosyologlar bilir, kitlesel şiddet bir gecede oluşmaz, bir anda da sona erdirilemez. Derin kökleri vardır... Kitleler arasındaki nefreti ve terörü giderebilmeniz için çok uzun bir tedavi süresine ve çok kapsamlı reçetelere ihtiyacınız vardır. Fakat 12 Eylül’de öyle olmadı: 11 Eylül’de ortalığı kan götürürken, 12 Eylül sabahı kitlesel terör bir anda sona ermişti. 12 Eylül’de Türkiye sanki yepyeni bir dünyaya uyandı: İnsanlar artık slogan atmıyordu, kahveler taranmıyor, dersler boykot edilmiyor, cinayetler işlenmiyordu... Terör, askeri darbeyle birlikte bir anda bitiverdi. Sanki Kenan Evren ve arkadaşları siyaset bilimcilerin ve sosyologların bulamadıkları çareleri bir gecede bulup, bir günde uygulayıverdiler.
Elbette darbecilerin kitlesel teröre buldukları herhangi bir çare söz konusu değildi. Eğer bir toplumda şiddet bir anda kesiliyor ise bunun sadece 2 sebebi olabilir: 1) Şiddeti üreten, kitleleri provoke eden dar bir grup vardır ve o grup artık şiddet istememektedir. 2) Terörün üzerine ondan çok daha büyük bir terörle gidersiniz, böylece devletten başka kimseye terör yapacak alan bırakmazsınız.
***
12 Eylül’de her iki yöntemin de uygulandığını gördük... Darbe öncesinde sol ve sağ grupların arasına karışan, onlara silah ve patlayıcı temin eden ve onları şiddete teşvik eden resmi görevliler 12 Eylül gününden itibaren bu yönlendirmelerini sona erdirdiler. Güya ülkenin güvenliğini sağlamakla görevli bu kişiler öldürme emirleri vermek yerine geçmişte emir verdikleri çocukları sözde mahkemelere gönderdiler. Geçmişte işlenen pek çok cinayeti kimin işlediği dahi bilinmiyordu. Mahallenin birinde solcu bir çocuk evinde katlediliyordu, suç sağcılara atılıyordu. Ya da tam tersi... Pek çok olayda katil belli bile değilken bu cinayetler kitleleri çileden çıkarmaya yetiyordu. İşte o faili-meçhul cinayetler de 12 Eylül’den sonra hedef alınan kişilerin üzerine yıkıldı, böylece 12 Eylül askeri darbesinin meşruiyeti arttırılmaya çalışıldı. Kısacası 12 Eylül kurgulanmış bir darbeydi. Darbeyi yapan herkes bundan haberdar değildi elbette. İçlerinde görevlerini samimiyetle ve kendi çarpık vatan aşkıyla yapan pek çok subay vardı. Ancak Türkiye’yi darbeye götürenler ne yaptıklarını çok iyi biliyorlardı ve gözlerini kırpmadan öldürdükleri insanların cesetlerine basarak 12 Eylül’e ulaştılar. Onlar hedeflerine ulaşınca daha fazla sağ-sol terörü yapmaya da gerek kalmadı. Böylece bir günde ‘eski’ terör sona ermiş oldu.
İkinci olarak 12 Eylülcüler darbeden sonra öylesine ağır bir devlet terörü uyguladılar ki, onların dışında terör yapabilecek birkaç marjinal örgüte bile yer kalmadı. Bu böyledir, diktatörlüklerde de kolay kolay terör yapamazsınız, çünkü devletin uyguladığı terörden kimseye terör yapabilecek yer kalmaz. Nitekim 12 Eylül rejimi en ufak bir şüphede dahi en ağır cezaları verdi, karakollar ve hapishaneler dünyanın en acımasız işkencelerinin yapıldığı yerler haline döndü. İnsanlar siyasi görüşlerini ima etmeye dahi korkar oldular. Hepimiz ya ‘futbolcu’ olduk ya da ‘Atatürkçü’. O günlerde bu ikisi dışında darbecileri sakinleştirebilecek bir cevap yoktu.