Avrupa’da barış dilinin siyasette ve sosyal yaşamda yerleşmesi için verilen çabalar Soğuk Savaş’ın sonlarında, 1980’li yıllardan itibaren çok artmıştı. İkiye bölünmüş Avrupa halkları arasında yavaş yavaş ilişkiler kurulmaya başlamış, yaklaşık otuz yıl iki ayrı dünya içinde yaşayan insanlar giderek daha fazla karşılaşmaya başlamıştı. Bu dönemde Doğu Bloğu ülkelerinde yaşayanların ‘batı’nın çekiciliğine ilgisi artarken, Batı Bloğunda yaşayanların da endişeleri büyümüştü.
Genellemek gerekirse Doğu Avrupalılar daha fazla demokrasi, insan hakları ve kalkınma beklentisiyle Batı’nın parçası olmayı istiyorlar, Batı Avrupalılar ise hem bir yandan Doğu’nun Sovyet boyunduruğundan kurtulmasını istiyor hem de bu ‘farklı’ nüfusun sorunlarıyla birlikte kendi rahat yaşamlarının içine girmesinden korkuyorlardı.
İki Avrupa’nın birleşip tek bir Avrupa oluşturması yaklaşık yirmi yıla yayılmış bir mücadeleyle gerçekleşti. Bu dönemde en büyük görev öncelikle siyasilere düştü, sonra da sivil toplum ve basına. Özellikle Doğu Avrupa ülkelerine komşu olan Batı Avrupa ülkelerinin liderleri, toplumların bir arada barış içinde yaşaması için kullandıkları lisana ve hatta vücut diline bile hiç olmadığı kadar özen göstermişlerdi.
Ortak proje
Batı Avrupa ülkeleri dışındaki yerlerdeki sosyal demokratları bir araya getirmeye çabalayan, Avrupa Barışı’nı dillendiren kişilerden birisi olan İsveç Başbakanı Olof Palme’nin 1986’da öldürülmesi, farklılıkların, duvarların, psikolojik ve fiziki sınırların aynen Soğuk Savaş yıllarındaki gibi devam etmesini isteyenlerin suikastı olarak tarihe geçmişti. Buna rağmen, sınırlar halklar önünde duramadı, Berlin duvarı yıkıldı ve Avrupa’nın birleşme süreci hız kazandı.
İki Avrupa’nın bir arada yeniden varolma sürecinde iki önemli yol izlendi. Bunlardan birincisi, tüm toplumları ortak bir proje etrafında bir araya getirmekti ve AB Projesi, bu anlamda önemli bir çerçeve oluşturdu.
Bütünleşmiş Avrupa projesi Batı ülkelerinin geliştirdiği demokrasi ve yaşam standartlarına Doğu ülkelerinin uyumu anlamına gelirken, aynı zamanda bu standartların da değişmesi anlamına geldi; kısacası Doğu’nun değişmesi Batı’nın da değişmesine neden oldu. Bunun sonucunda Avrupa Toplulukları adındaki kuruluş Avrupa Birliği’ne dönüştü; Romenler, Macarlar ya da Bulgarlar anayasalarını yeniden yaparlarken Fransızlar ve Almanlar da anayasal değişiklikler yapmak durumunda kaldılar.
Ortak kader
Bu dönemde sürece itiraz edenler, korkanlar, endişe duyanlar da oldu. Doğu Avrupa halkları arasında eski komünist rejim günlerinin geri gelmesini isteyenlerin gösterileri, grevleri, hatta tedhiş hareketleri oldu. Batı Avrupa halkları da Doğuluların gelip işlerini ellerinden alacaklarını düşünüp iş bırakmalara, gösteriler yapmaya, kampanyalar yürütmeye başladılar.
Bununla birlikte üç gelişme, bu tür dirençlerin şiddete dönüşmesini engelledi. Birincisi, devletler karşılıklı olarak birbirlerine çektirdikleri acılarla yüzleşti, özürler dilendi, helalleşmeler yaşandı. İkincisi basın şiddetin değil barışın dilini şiar edindi. Üçüncüsü ise toplumları bir araya getirecek barışçı yöntemler bulunamadığında neler olabileceğini gösteren Yugoslavya iç savaşı yaşandı.
İki Almanya el sıkarak birleşirken Balkanlarda kanlı bir ayrılık yaşanması, demokratik yeniden yapılanma sırasında halkların karşılıklı güvenlerinin de yeniden inşa edilmesi gereğine çok açık bir örnek oldu.
Türkiye’nin bir yanında kanlı iç savaşlar, diğer yanında sorunlara konuşarak çözüm arama süreçleri yaşanıyor. Hem yakın tarihten hem de bugünden alınacak dersler var ve seçenekler de belli. ‘Doğu’ ve ‘Batı’ komşulara bakılacak, hangisindeki gibi yaşanmak istendiğine karar verilecek.