İçinde bulunduğumuz Haziran ayının önümüzdeki günleri belirleyecek önemde olduğu söylenip duruyor. Bu ay en önemli günlerden birisi 17 Haziran Yunanistan seçimleri, bunun dışında ABD Merkez Bankası FED, Aralık ayındaki seçimlere kadar sürdüreceği politikayı belli edecek. Yani bir ‘parasal genişleme’ olup olmayacağı sorusuna yanıt bulacağız. Sonuçta Haziran ayı bittiğinde, hem Avrupa tarafı hem de ABD tarafı biraz daha karışmış olacak. Çünkü Yunanistan’da ‘marjinal’ diye anlatılan sol koalisyonun partisi Syriza’nın çözüm önerileri şu an yalnız Yunanistan’da değil, Avrupa’nın borç batağına saplanmış bütün ülkelerinde uygulanabilecek yegâne reçete gibi duruyor. Syriza, ilkönce gereksiz silahlanmanın önüne geçilmesi gerektiğini söylüyor. Adil bir vergi reformu, finansal işlemlerden ve servetlerden alınacak vergilerin artırılması, borç yükünün, ekonominin gerçekleri çerçevesinde yeniden konsolidasyonu seçeneğini öne sürüyor Syriza. Bu arada Euro’dan çıkılmaması gerektiğini de Tsipras geçenlerde dile getirmişti. Peki, neden küçük bir ülkenin küçük, yeni doğmuş bir partisini dünya şimdilerde tartışıyor. Çünkü Avrupa’da, bu krizle birlikte, şimdiye kadar ‘durumu’ idare etmiş siyasi yapıların, hatta temsili demokrasinin yeterli olmadığı ortaya çıkıyor. Geleneksel Sosyal-Demokrat ve Hıristiyan-Demokrat gelenekler kriz sonrasını göremiyor ve çözüm üretemiyorlar. Halk meydanlarda, sivil toplum kuruluşlarında kendi programını, partilerini ortaya çıkartıyor. Syriza böyle bir partidir. Fransa’da da Hollande, sosyalist partinin şimdiye değin söylemediği, geleneksel ‘sol’ refah devleti bakış açısını aşan yeni bir çıkış bulmak zorunda, eğer bulamazsa onu da, süreç içinde, ağır bir yenilgi bekliyor. Avrupalı liderler bir yol ayrımında oldukları biliyorlar. Yani bir Avrupa Birliği isteniyorsa bunun siyasi bir birlik olmazsa gerçekleşmeyeceğini farkına vardılar. Merkel, geçen gün çok ilginç bir şey söyledi:
‘Bazı ülkelerin diğerlerinden daha hızlı entegre olması gerekse bile, siyasi birliğe gitmemiz gerekir.’ Bu cümleyi şöyle okumak gerek; ‘
tamam, siyasi birlik kaçınılmazsa eğer, ilkönce biz kendi aramızda birlik olmalıyız.’ Yani bir merkez ve kuzey Avrupa birliği. Çünkü bu kriz Merkel gibilere gösterdi ki, geniş bir siyasi birlik daha fazla demokrasi, kısıtlı temsili demokrasiyi aşacak yeni bütünlüklü bir katılımcı demokrasi demektir.
Yunanistan’dan sonra İspanya ve İtalya daha adil bir vergi sistemi, daha fazla söz hakkı, anti-tekel denetimler, yeni kamusal düzenlemeler isteyecek. Avrupa’da artık bir merkez-çevre ayrımı bu krizle birlikte ortaya çıktığı gibi çevrenin merkeze karşı siyasi ayaklanması da yakında gündeme gelecek. Çevre, krizin faturasının üzerine yıkılmasına izin vermeyecek. Benzer durum, Avrupa’da 1848–1871 yılları arasında yaşanmıştı. Bu yıllarda Avrupa’da yaşananlar
‘halkların baharı’ olarak nitelendirilmiş ve bu dinamik, tüm dünyayı etkileyen bir değişim dalgasını ortaya çıkarmıştı.
Avrupa’da o yıllardaki değişim dalgasının boğulması yine Sosyal-Demokrat hareketlerin milliyetçi tarafa savrulması ve ulus-devlete dayalı sermaye birikiminin tarihsel olarak tükenmemiş olmasına bağlanabilir. Şimdi bu günlerde
Arap Baharı dendiğinde yine buna karşı çıkan, Ortadoğu halklarının ayağa kalkmasını
‘emperyalizm oyunu’ olarak anlatan milliyetçi sosyal-demokratlarımız var.
Ancak tam burada şuna dikkat edelim; Avrupa’da ve Ortadoğu’da iktidarla olan partilerin ve geleneksel devlet bürokrasinin içinde bulunduğumuz ekonomik ve siyasi krizden çıkamayacağı belli oldu. Süreci, geleneksel partiler ve devlet bürokrasisi değil, halklar belirliyor. Özellikle 2. Dünya Savaşı ile birlikte oluşan devlet yapıları ve yönetim organları, düzenleme kurumları-BM’den IMF’ye kadar- şu an iflas etmiş durumda. Parlamentolar, İtalya ve Yunanistan’da olduğu gibi, Avrupa’da bile devre dışı kalıyor. Çünkü teknoloji sayesinde bilginin ve haberin sınırsızca paylaşıldığı bir dünyada kitlelerin daha fazla katılım talebine cevap veremiyorlar ve sistemin oluşturduğu krizi çözmede yetersiz kalıyorlar. Bugün ortaya çıkıyor ki, krizin çözümü, temsili demokrasiyi aşan yeni bir siyasi modeldedir. Daha fazla demokrasi yeni katılımcı bir ekonominin de temellerini atacaktır. Devletin değil ama kamunun etkin olacağı, piyasanın tekelleşmeden çalışacağı, ranta ve faize dayanmayan yeni bir ekonomi (sistem) uygulanabilir ve bu uzak değildir. Ama şu tespiti bugün yapalım; yaşadığımız, ekonomik krizle birlikte siyasi bir krizdir ve bu siyasi kriz temsili demokrasinin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır.
Meclis çok önemli ama yetmez
Bakın Türkiye’de de böyle değil mi; CHP Kürt sorunu konusunda önemli bir adım attı. Takrir-Sükûn Kanunu’nun anası ve Dersim katliamı sorumlusu CHP’nin bu adımı önemli, ama sorunun çözümü için önerilen iki müessese de Meclis duvarına çarpıyor. Mecliste Toplumsal Mutabakat Komisyonu’nun oluşmasında MHP engeli var. Toplumsal Mutabakat Komisyonu olmadan da ‘Akil Adamlar Komisyonu’ havada kalıyor. Demek ki, bugünkü siyasi yapı bu sorunun çözümü için engel. Burada temsili demokrasi önemsiz demiyorum, ama 20. yüzyılın sanayi toplumları için geçerli olabilecek, bizim de bir türlü erişemediğimiz bu sistem, dünyanın bilgi toplumu olarak küreselleştiği zamanlarda artık yetmiyor. Bunun için İhvan gibi hareketler artık doğrudan-geleneksel iktidarı yetersiz görüyor ve kabul etmiyor. Aynı durum Latin Amerika’daki doğrudan demokrasi talep eden siyasi hareketlerde de var. Sonuçta, içinde bulunduğumuz kriz artık ekonomik kriz değildir, Avrupa’dan, Ortadoğu’ya oradan Latin Amerika’ya kadar temsili demokrasinin büyük krizinin içindeyiz.