Şenlik bitdi.
Yeniden normal iş günüdür.
Bence yeni başbakanın ve özellikle yeni dışişleri bakanının kimler olacağı suali de pek o kadar hâiz-i ehemmiyet değildir.
AK Parti personel sıkıntısı çeken bir politik formasyon değil.
Zâten yeni kabine bundan böyle de, bu sefer yeni ünvânıyla Başkan Recep Tayyip Erdoğan’ın, nasıl söylesek, yakın gözetimi altında bulunacağından çalışma tarzında ve temposunda herhangi bir aksama husûle geleceğini sanmıyorum.
Kaldı ki yakın ve daha az yakın çevremizde, üstelik hız bile kazanarak devâm eden gelişmeler bu tür bir yavaşlamaya pek imkân da tanımıyorlar.
Bu gelişmelere son haftalar boyunca kısaca işâret etdiğimi hatırlıyorum:
Önasya ve Doğu Akdeniz havzalarında Birinci Cihan Harbi’nden (1914-1918) sonra İngiltere ve Fransa tarafından kurulan ahlâksızca ve şerefsizce düzen artık nihâyet buluyor.
Sözkonusu “düzen” (!) bölge hâricî bu iki devletin, müteâkıben aralarına İtalya, kısmen Almanya ve ABD’yi de katarak bu alabildiğine vasî ve münbit ülkeleri“düzmesi” esâsına
dayanıyordu.
Fevkalâde kadîm ve köklü bir büyük devlet geleneğine sâhib bulunan Türkiye ile bir mikdar bile olsa İran gerçi bu bâdireyi nisbeten hafif, yâhut daha doğrusu nisbeten daha az ağır yaralarla atlatmayı başardılar ama Arab ülkelerinin âkıbeti fecî oldu.
Hâlen bu kanlı oyunun yeni bir perdesi oynanıyor gibi...
Buna bir tabiileşme, bir normale avdet süreci de diyebiliriz.
Zîrâ 1945’den, yâni İkinci Dünyâ Savaşı’ın bitiminden sonra bütün bu bölgede kurulan devletler ve devletçikler aslında yine Batılı büyük devletlerin birer projesi idi. Yâni doğal şekilde teşekkül etmiş politik formasyonlar değildi.
Meselâ Irak adı altında, târih boyunca aslâ vârolmamış, çünki vârolması ihtiyâcı duyulmamış acâib bir devlet bunun tipik örneklerinden biridir.
Yine Sûriye Lübnan gibi târih boyunca dâimâ yekpârelik arzetmiş iki bölgeden iki ayrı “devlet” îcâd edilmesi de öyledir. Üstelik bunların doğusunu teşkîl eden Ürdün’ün de koparılması ayrı bir kepâzelikdir.
Irak ve Sûriye’nin kuzey kesimleri aslen Anadolu’nun güney kesimidir. Geriye kalan Irak ve Sûriye ise Lübnan’la berâber bir bütündür.
Hattâ “Kitablar Beyrut’da yazılır, Şam’da basılır, Bağdad’da okunur.” diye bir Arab latîfesi dahî vardır.
Buna bozuk çalan Mısırlılar ise “Ama onları yazan, basan ve okuyanlar elifbâyı Qâhire’de öğrenirler.” diye lafa karışırlar.
Yağmur Atsız da bu hoş anekdotları kaydederek kaybolup gitmelerini önler; fakat bunu kimse iplemez!
Halk nankör, monşer!
Avrupa’da olsa beni baş tâcı ederlerdi!
Asıl konumuza dönecek olursak; önümüzdeki aylar, hattâ muhtemelen yıllar, Ankara’nın fevkalâde yoğun ve kelimenin tam anlamıyla hayâtî bir dizi problemle düpedüz boğuşmasını gerektirecek gelişmelerle dolu olacak. Bundan emîn olmayan; Ortadoğu, Kafkaslar ve bütünüyle Doğu Akdeniz meselelerinden hiçbir şey anlamıyor diyebilirim.
Zâten anlamak için öyle aman aman keskin bir zekâya ihtiyâc olduğuna da ihtimâl vermiyorum.
Öte yandan benim kanaatim, Türkiye’nin, dirâyetli bir dış politika sâyesinde bütün bu hercümercden zarar almaksızın, üstelik belki kazançlı olarak bile çıkabileceği merkezindedir ki bu kazancı -o da mümkin ama- toprak elde etmek şeklinde almıyorum.
Türkiye, hayır, bölgenin en sağlam istikrâr unsuru değildir!
Yegâne istikrâr unsurudur!
Bu îtibarla içimizdeki birtakım aklıevvellerin, yok efendim bağımsız Kürdistanmış da Yüce Önder Apoymuş da filanmış da falanmış da diye ortalığı (en azından şimdilik!) velveleye vermemesinde hepimizin; Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla, Ermenisiyle, cümlemizin menfaati bârizdir!
Ondört yıldır demir parmaklık ardındaki Abdullah Öcalan bunları, sözümona dışarıdaki bir alay hıyardan çok daha vâzıh bir tarzda görüyor.
Bâzen hallerine bakıyorum da, bunlardan ikiyüzü, üçyüzü tek bir Öcalan etmiyormuş gibime geliyor.
Kısacası, şimdilik biraz tek dursak diyorum.
Sonra yine birbirimizi yemeye devâm ederiz...
Washington’da, Moskova’da şurda burada yepyeni haritalar çiziliyor.
Berikiler teldolabdaki kurtlu peynirin derdinde...