Geçtiğimiz hafta içinde -Soma faciasının acısının bize unutturduğu- iki büyük felaketin de yıldönümleri idrak edildi. 18 Mayıs Kırım Sürgünü’nün, 21 Mayıs ise Büyük Kafkas Sürgünü’nün yıldönümleriydi. İlkinin 70’incı, ikincisinin 150’nci yıldönümü...
On sekizinci yüzyılın sonlarından yirminci yüzyıl başlarına kadar olan süre içinde Kırım’dan, Rumeli’den ve Kafkasya’dan doğrudan veya dolaylı olarak bugünkü Türkiye topraklarına göç edenlerin sayısı yaklaşık yedi milyon! Yakın dönem Türk tarihindeki nüfus hareketleri alanında dünyadaki en önemli uzman olan Kemal Karpat bu bilgiyi verdikten sonra ekliyor: 1927’de yapılan nüfus sayımına göre Türkiye’nin toplam nüfusu 11 milyon kişiden ibaret. (Karpat, “Etnik Yapılanma ve Göçler”, Timaş, 2010, sh. 96)
Dolayısıyla Türkiye’nin mevcut nüfus yapısının büyük ölçüde son iki asırda gerçekleşen göçler ve sürgünlerle oluştuğunu söylemek yanlış olmaz. Bu gerçek Türkiye’nin toplumsal ve siyasal değerlerini oluşturan dinamikleri, yani ideolojik yapıyı çözümlemek için de vazgeçilmez bir zemin teşkil ediyor.
Türk toplumundaki göç kökenli nüfusu Rumeli, Kafkasya ve Kırım’dan gelenlerin oluşturduğu üç grupta toplanıyor. Ülkemizdeki sosyal ve siyasi hayat içinde, özellikle bürokrasi, edebiyat ve bilim alanlarında bu üç gruba mensup kişilerin ağırlığının olduğu bir vakıa... Ancak bu durum bazılarının uçuk kaçık komplo teorilerine konu ettikleri şekilde etnik veya bölgesel dayanışmayla açıklanamaz. Bir defa göçle gelen, daha doğrusu Osmanlı düzeninin yıkılışı sonrasında anavatan topraklarına geri çekilmek zorunda kalan insanların ve onların çocuklarının oluşturduğu bugünkü nüfus toplam nüfus içinde azımsanamayacak bir paya sahip olduğu için her nereye baksanız muhacir kökenli insanlara rastlamanız olağandışı bir durum değil. Ancak zorunlu göç ve sürgünlerin hem kaybedilen eski vatan topraklarından buraya gelmiş olanlar hem de aynı dönemlerde anavatanda bin bir türlü badireyle mücadele etmiş ve kardeşlerinin topraklarından sürülüp atılışına da şahitlik ederek belirli bir şuur kazanmış toplum grupları üzerinde çok önemli bir etkisi olduğunu kabul etmek lazım.
Kafkaslar’dan, Rumeli’den ve Kırım’dan Anadolu topraklarına hicret etmek zorunda kalan nesiller iki büyük acıyı torunlarına miras bıraktılar. Biri vatan toprağını kaybetmenin acısı, ikincisi sevdiklerini, yakınlarını katliamlarda veya göç yollarında kaybetmiş olmanın acısı...
Rumeli’deki Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan ahali batı ülkelerinin desteğiyle isyan edip yaşadıkları topraklar üzerinde etnik devletlerini kurmaya giriştiklerinde ilk iş olarak Müslüman komşularını boğazladılar. Öldürmediklerini ise ya Hıristiyan olmak ya da göç etmek seçenekleriyle karşı karşıya bıraktılar.
Oysa geçen asrın büyük tarihçisi Braudel, Balkan fütühatının iddia edildiği gibi sadece askeri güce dayalı olarak gerçekleşmediğini anlatma sadedinde “Balkanların Türkler tarafından fethi bir toplumsal devrime yol açtığı için mümkün olmuştur” tespitinde bulunmuş ve şunu ifade etme büyüklüğünü de göstermiştir: “Türkler ülkeden çekildikten sonra, Bulgar kendini beş yüzyıl öncekiyle aynı dili konuşan, aynı kiliselerde ibadet eden, aynı toprakları aynı göğün altında işleyen aynı Bulgar köylüsü olarak bulmuştur.” (Braudel, “II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası 2”, İmge Kitabevi, 1994, sh. 151)
Rumeli’de yaşananların benzerinin Kafkaslar’da da yaşandığını biliyoruz. Rus emperyalizminin Kafkasları ele geçirmeye yönelik askeri saldırganlığı daha onsekizinci yüzyılın sonlarından itibaren buralarda yaşayan Müslüman toplulukların Osmanlı topraklarına yönelik göçlerini başlatmıştı. Ama en büyük çaplı göç hareketi Kafkaslar’daki direnişin Ruslar tarafından kesin olarak bastırıldığı 1860’lı yıllardan itibaren ve tabiatıyla gönüllü olarak değil, zorla gerçekleştiğini bilmek gerekiyor. Rus işgaline ve katliamlara karşı sürdürülen kahramanca mücadele İmam Şamil’in esir düşmesiyle sona erdiğinde, başta Çerkesler olmak üzere bölgenin Müslüman toplulukları anavatanlarını terk etmeye zorlanmışlardı. 21 Mayıs 1864’te başlayan “Büyük Sürgün” sırasında Osmanlı topraklarına doğru yola çıkan yaklaşık bir buçuk milyon kişiden ancak yarısı Anadolu’ya ulaşabilmiştir.
Yine onsekizinci yüzyıl sonunda Rus işgaline uğrayan Kırım yarımadasında yaklaşık birbuçuk asır boyunca göç ve sürgünler peyderpey devam etmiş, en sonunda Kırım bir gecede o güne kadar kalabilmiş olan Türk nüfusundan da arındırılmıştı. 1944’de Stalin rejiminin bir gecede Türk nüfusundan arındırdığı Kırım’ın bu korkunç olayın 70’inci yıldönümünde de yeni bir felaket daha geldi başına biliyorsunuz. Rusya tarihte ikinci defa bu toprakları ilhak etti birkaç ay önce. Demek ki tarih devam ediyor...
Öyleyse şimdi hem bu iki büyük facianın yıldönümleri olması münasebetiyle hem de gelişen konjonktürde ve Türkiye’nin yeni imkânları çerçevesinde hiç değilse Türkiye’deki insanların akrabalarının yaşadığı coğrafyalarla ilgili hem devletin hem de sivil toplumun yeni politikalar, yeni bakış açıları, yeni stratejiler belirlemek için harekete geçmesi gerekir.