Fatih Akın’ın hevesle, kaygıyla ve merakla beklenen filmi “The Cut”ın en önemli başarısı da temel sorunu da ‘dengeli’ bir film olması... Siyasal açıdan dengesi ne kadar lehine işliyorsa sinemasal açıdan dengesi de o kadar aleyhine işliyor. 71. Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyeri yapılan film bir misyonu politik doğruluğuyla yerine getiriyor ama Fatih Akın imzasından beklediğimiz enerjiyi taşımıyor beyazperdeye.
Fatih Akın gerçekten çok özen göstermiş “The Cut”ın hiçbir şekilde rencide edici olmaması için... Her tür kimlik kompleksinden uzak bir sinemacıdır, yaptığı filmler kendine insan ve yönetmen olarak güveninin kanıtıdır... Ama bu kez ‘Ermeni soykırımı hakkında film yapan Türk yönetmen’ olduğunun bilincinde çalışmış... Ne kadar kritik bir iş yaptığının farkında olarak, her cepheden hassasiyet göstermiş... Altı ülkenin dahil olduğu bu yapımın son jeneriğinde sayılamayacak kadar çok ortak yapımcı adı geçiyor; ekibin ve oyuncuların milliyetleri de geniş bir coğrafyaya dağılıyor. Filmlerin milliyetlerini parayı koyan yapımcılarınki belirler ama “The Cut” dünya vatandaşı bir film olmuş. Tam da bu yüzden Birleşmiş Milletler misali bir simgeyi andırıyor; her şeye değiniyor ama hiçbir şeyi tam olarak çözümlemiyor...
Ama çok önemli bir meselenin tanınmasını sağlıyor: Tehcir! “The Cut” Ermenilerin soykırım iddiasına karşı Türkiye’nin resmi tezi olarak öne sürülen tehcir kavramının içini dolduruyor. Soykırım sözcüğünü duyunca irkilenler, kabulünü ya da inkarını suç sayacak kadar bu kavramı politize edenler, tehcir sözcüğünü normal bir şeymiş gibi rahatça telaffuz eder... Soykırımsa suç, tehcirse sorun yok noktasına varılır “meseleyi tarihçilere bırakalım” anlayışıyla.
Oysa tehcirin somut biçimde ne olduğunu bilmek lazım: “The Cut”, insanların zorla evlerinden alınıp taş kırmaya gönderilmeleri; yerlerinden yurtlarından sürülüp aç, susuz, savunmasız, dağ, bayır, çöl demeden haftalarca yürütülürken ölmeleri; yolda ölmeyenlerin çorak arazinin ortasında, derme çatma kamplarda kaderlerine terk edilmeleri kılıç ve kurşunla öldürülmekten beter mi değil mi gösteriyor... Ama Fatih Akın, bu süreci başka olaylarla bölmüş ve izleyicinin kaldırabileceği biçimde görselleştirmiş. Holocaust filmleri nasıl ki geniş kitlelerin hayalgücünü aşan temerküz kamplarını, deportasyon yapılan trenleri, Nazilerin davranışlarını gösterme işlevini yerine getirdiyse “The Cut”ta tehcirin görsel karşılığını arıyor... Ama açık şiddeti sergilemiyor; sadece bir iki kaçınılmaz sahnede, mesafeyi koruyarak görüntülüyor. At üstünde üniformalı, silahlı, kırbaçlı birkaç asker ve bir kadına tecavüz eden üç eşkıya, daha sonra uzak ülkelerdeki birkaç erkek dışında kötüleri görmüyoruz... Öyle kendiliğinden dünyaya çökmüş mistik bir kötülük kavramı hakim filme...
Başında tartışmaya müsait, çok kısa bir ibare var; Osmanlı İmparatorluğu Almanya ve Avusturya - Macaristan’ın yanında savaşa girince ‘azınlıklar’ bir gecede düşman olmuş... İnsan iradesi, siyasi hesaplar ve tercihler değil de soyut bir güç olarak savaş “The Cut”a göre esas sorumlu.
Mardinli Katolik Ermeni demirci ustası Nazaret Manukyan bütün Ermeni erkeklerle birlikte toplanıp yol yapımında çalıştırılırken tehcir başlıyor. Sonrası hemen her olayın, her durumun bir simgeye dönüştüğü, bir amaca hizmet ettiği, yan karakterlerin sadece kahramanın macerasında ona kılavuzluk eden birer katalizör işlevi gördüğü Odyssea... Bu yolculukta gırtlağındaki kesik nedeniyle sesinin kaybeden Nazaret, Charlie Chaplin’in küçük serserisine dönüşüyor. Bu özdeşleşmeyi “The Kid”in bir gösteriminde izleyiciye açıklıyor yönetmen...
Filmdeki Ermenilerin aksanlı İngilizce konuşması da uluslararası kamuoyuna özdeşleşme zemini oluşturmak için kullanılmış gibi... Pratik nedeni yönetmenin filme hakim olması ama bu kez de Ermeni kimliğine yabancılaştırıyor izleyiciyi. Hele bir de Nazaret ABD’ye varınca durum absürdleşiyor...
Fatih Akın’ın cesaretine, titizliğine söz yok ama keşke biraz daha kendi gibi film yapsaydı, duvara karşı siyaseten değil sinemasal olarak da çarpsaydı...