Cumhurbaşkanlığı seçiminde topyekûn muhalefet bloğu bir yanda, tek başına Tayyip Erdoğan bir yanda... Bu tabloya bakarak özellikle AK Parti karşıtlarının sorması gereken çok soru var. En başta da şu: 1990’lı yıllara kadar “baraj sorunu” yaşayan Milli Görüş partilerinin içinden çıkan bir kadronun kurduğu AK Parti nasıl oldu da bugün siyaset arenasını neredeyse tek başına domine eden bir güce dönüşebildi?
Benim şöyle bir cevabım var bu soruya: Türkiye’deki egemen zümreler başından beri toplumun değerlerini ve beklentilerini anlamak konusunda problem yaşadılar. Özellikle de son birkaç onyıl boyunca hızlı şehirleşme paralelinde yaşanan toplumsal dönüşümün sonuçlarını yorumlayamadılar. Zira ortaya çıkan “yeni sınıf” tarafından çıkarlarının veya imtiyazlarının tehdit edildiğini düşünerek karşı tarafı yok etmeye yönelik bir kavga başlattılar. Ülkedeki kültürel ayrışma bu kavganın zemini olduğundan 1990’larda Refah Partisi toplumdaki sınıfsal çatışmanın taraflarından birinin temsilcisi olarak rol üstlenmekte güçlük çekmedi. Önemli bir siyasi başarıya da bu sınıfın hızla büyümesinin sonucu olarak ulaştı.
Karşı taraf ise darbe yapmak, parti kapatmak, başörtülü kadınların şahsında dindarları kamusal hayattan aforoz etmek gibi usullerle mücadeleyi sürdürmek istedi. 28 Şubat sürecinin hemen ardından kurulan AK Parti -tıpkı 27 Mayıs sonrasında ortaya çıkan Adalet Partisi gibi- hâkim sınıfça itilip kakıldığını düşünen bütün kesimlerin desteğini almaya çalıştı. Bu çerçevede Milli Görüş partilerinin yapabildiğinden fazlasını yaparak kapılarını geniş bir sağ-muhafazakâr kitleye açtı.
Siyasi yelpazenin sağındaki ve solundaki partilere 1950’lerde takriben 60-40 oranında dağılan destek günümüzde 70-30 civarına gelmiş durumda. (O tarihlerden bu yana hep sağ partilerin seçim kazandığını dikkate alırsanız iktidar yıpranması faktörüne rağmen sağ siyaset lehine gerçekleşen bu değişimin ancak sosyolojiyle açıklanabileceğini kabul edersiniz.) Sol oylar genellikle tek bir büyük partide toplanıyor ama sağdaki oyların tek bir parti tarafından temsil edilmesi mümkün olmuyor. Adalet Partisi 1965’de yüzde 53 oy almıştı. AmaDemirel yönetimi bir parti içi iktidar çekişmesi paralelinde partinin milliyetçi-muhafazakâr kanadını tırpanlamaya kalkışınca kopmalar baş gösterdi ve neticede 1970’ler boyunca Adalet Partisi’nin milliyetçi oylarını MHP’nin, muhafazakâr oylarını MSP’nin toplamasıyla bölünmüş bir sağ blok ortaya çıkmış oldu. (Solcularımız ben kendimi bildim bileli soldaki bölünmeden şikâyet edip dururlar ama sağdaki bölünmeden yakınan sağcıya rastlamanız zordur nedense!)
Sağdaki bölünme 12 Eylül sonrasında iktidara gelen Anavatan’a karşı önce darbecilerin muvazaa partisi MDP, sonra da Demirel’in Doğru Yol Partisi’nin muhalefetiyle devam etti. Ancak AK Parti döneminde “sağda birlik” büyük ölçüde sağlanabildi. Sağdaki birliğin sağlanmasında “sihirli formül”ü çalıştırdı Erdoğan. Milliyetçilik, muhafazakârlık ve kalkınmacılıktan oluşan sağ seçmen kitlesinin ortak hissiyatını ve beklentilerini bu üçü arasındaki dengeyi kurarak karşıladı. Demirel milliyetçi ve muhafazakârları parti yönetiminden uzaklaştırdığı için o dengeyi bozmuş ve o günden sonra tek başına iktidar olamamıştı. Özal 1983’de vitrinine bunları alarak sağ parti kimliğini pekiştirmeye çalıştı. Tayyip Erdoğan ise öncelikle kendi kimliği dolayısıyla partinin muhafazakârlık ayağını garantiye almıştı. Milliyetçilik ayağını ise parti vitrini ve iktidar programı bunun için çok müsait olmadığı halde yine kendi kişisel söylemiyle inşa etti ve sürdürdü. Ekonomik kalkınmacılık veya modernleşmecilik diyebileceğimiz üçüncü ayak konusunda ise hükümet uygulamalarında gösterilen başarı yeterince sağlam bir referans oldu.
Bütün bunların yanı sıra aynı zamanda 1980’lerden itibaren orta sınıfın da giderek büyüdüğünü ve orta sınıfın desteğini alan bir partinin siyaset sahnesindeki gücünün rakipsiz olacağını muhalefet odakları düşünemediler. Büyüyen orta sınıfın kültürel değerlerini baskılamaya çalışmak gibi mantıksız ve ümitsiz bir girişimle kendi kendilerini etkisiz hale getirdiler.
Bugün cumhurbaşkanlığı seçiminde Tayyip Erdoğan’ın neredeyse rakipsiz gibi görünmesi işte bu sürecin bir sonucu...