Siyasette kibir ve efelenme her zaman geri dönmeye namzet tehlikeli bir haldir. Üstelik bunu takatiniz olmadan yapıyorsanız.
Örnek... CHP, çözüm sürecine “Hükümete kredi açıyoruz” diyerek tepeden dahil olmayı tercih etmişti; iki hafta geçmeden kendisi krediye muhtaç hale geldi. CHP’li milletvekilinin Kürtleri ikinci sınıf olarak yaftalayan sözleri bırakın bir sürece kredi açmayı, bir anda ana muhalefet partisinin çözüm bahsinde ehliyetini de şüpheli hale getirdi.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da nazik bir ikazla yetinerek milletvekilinin arkasında durmak yolunu seçti. İstifa eden ettikten sonra “Kalan sağlar bizimdir” demeyi tercih etti.
Daha yazık olan ise bütün bu yaşananların medyanın bir oyunu olduğunu düşünmesidir. CHP Genel Başkanı’nın kamuoyu ve medyadaki Kürt meselesi duyarlılığını hesaba katmadığı belli. Kendisi bir Kürt olarak duymazdan gelse de kamuoyunun “Kürtlerle Türkler eşit olamaz” diyen milletvekiline kayıtsız kalamayacağını fark edemiyor.
Daha hazin olan ise şudur. Kılıçdaroğlu, medyanın partisini değil Başbakanı eleştirmesi gerektiğini söylüyor. Üstelik de böyle bir zamanda hiç hatırlatmaması gereken bir cümleyi hatırlatarak: “Değerli Türk büyüğü (Başbakan) ‘Sizin boynunuzda tasmalar vardı. Onları da ben çıkarttım’ demişti. Neden eleştirmediniz?”
Niye eleştirelim ki! Evet, medyanın boynunda tasma vardı. Bu bir sır değil. Üstelik aynı tasma siyasetin bir kesiminin boynunda da vardı. Askeri vesayet bütün demokratik kurumların atacağı ve atamayacağı adımları belirliyordu.
Bugün Kürt meselesinde çözüm konuşan insanlar andıçlanmıyor ve kurşunlanmıyorsa Türkiye bu tasmalardan kurtulduğu içindir. Devlet, Oslo’da veyahut da İmralı’da görüşmeler yapabiliyorsa bunun sayesindedir. Medya, özgürce çözüm manşetleri atabiliyorsa bundandır. CHP ürkek adımlarla Kürt meselesinde çözüm safında kendine yer arayabiliyorsa yine vesayet zinciri kırıldığı içindir.
Aslında Kılıçdaroğlu da bunu biliyor. Kendisi henüz parti içindeki vesayetten kurtulamamış olsa da Türkiye’nin yaşadığı değişimden istifade edenlerden birisidir.
Unuttuysa da itimat edeceği kişilerin ifadelerinden hatırlatalım.
Daha 10 gün önce kaybettiğimiz gazeteci ağabeyimiz Mehmet Ali Birand, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na şunları söylemişti:
‘’Komutanlar bize, ‘Vatan nereye gidiyor, görmüyor musunuz?’ derdi. Biz de ‘Olur mu? Tabii’ derdik, ‘Siz işinize bakın’ denmezdi. Olağanı da buydu. Medya patronları yazı işlerine hiçbir zaman ‘Askeri destekleyeceksiniz’ demedi. Gerek de yoktu. Biz hazırdık zaten.’’
Dönemin ünlü gazete patronu Dinç Bilgin bir röportajda şunları söylüyordu:
“Medya 28 Şubat’ta karşı çıkabilirdi ama çok zordu bu. Başına 50 tane bela gelebilirdi. Tehditler vardı. Siyasi cinayetleri biliyorsunuz. ATV’ye bantlar geliyordu. Bizim Ali Kırca ekrana çıkıyor, birden ses tonunu değiştiriyordu. Ve fonda saçma sapan yazılar ekrandan akıyordu...”
Askerden emir almak, onun sözünden çıkmamak, ne istiyorsa yapmak, ne istemiyorsa yapmamak; infaz emirlerini derhal yerine getirmek Türk medyasının karakteriydi. Çok yakın zamana kadar; 2010 yılı Eylül’üne kadar bu düzen devam etti. El’an bitmiş de değildir, aynı ilişkinin uzantıları bugün hala medyadadır.
O zamanlar olsaydı medya tam da Kılıçdaroğlu’nun istediği gibi davranır; Kürtlere ikinci sınıf olmayı reva gören milletvekilini eleştirmez hatta alkışlardı. Bunun için CHP’nin çabasına da gerek kalmaz, asker devreye girer manşetlerde birlik ve beraberliği temin ederdi.
Ama artık o zamanlar yok... Yaşadığımız zamanlar, kimsenin kimliğinin aşağılanamayacağı zamanlardır.