27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştirenlerin, yaptıkları işin sonuçlarını ne kadar öngördüklerini tahmin etmek zor. Ama gerçek şu ki, o darbe sonrasında Türk siyasi hayatındaki tüm dengeler, özellikle de devlet içindeki güç dengeleri tamamen değişti.
Türk ordusunu modernleşme tarihimizin öncüsü olarak görenler, bu rolü daha tepeden bir düzenlemeyle hızlandırmak için onu koçbaşı olarak kullandılar.
Devlet içinde İttihat Terakki’den bu yana var olan bir yapı, bu yolla hem gücünü artırdı, hem sistemde daha derinlere nüfuz etti, hem de kendisini ordunun ardında gizlemeyi başardı.
İster 27 Mayıs’a, isterseniz sonraki darbe süreçlerine, özellikle de 28 Şubat’a ve yakın tarihimizdeki başarısız girişimlere bakın; aynı mekanizmanın hakim olduğunu görebilirsiniz.
Kendisine koruyucu ve kollayıcı misyonlar yüklenen ve bunu tehlikeli biçimde içselleştiren orduyu harekete geçiren birkaç merkez vardır. Çıkarları zedenelenen ve bunu korumak için uluslararası merkezlerle gözünü kırpmadan ittifak yapan büyük sermaye çevreleri; onların çıkarlarını sistemde koruyarak kendi güçlerini artıran yüksek bürokrasi ve her ikisinin bir şekilde uzantısı olan İstanbul merkezli medya.
Nitekim şu sıralar sıkça masumiyetlerine dikkat çekilen kimi meslektaşlarımızın, komutanlarla yaptıkları sohbetlerin ana konusu, ‘neden bir an önce iktidara karşı harekete geçmedikleri’ üzerinde yoğunlaşan, kelimenin tam anlamıyla sahibinin sesi girişimlerdir. Tam da bu nedenle masumiyetleri sözkonusu bile değildir.
***
Türk ordusu, bunca tecrübenin, devam eden davaların, ortalığa saçılan darbe ve benzeri girişimlerin ardından, hala bu tür odakların tahrikiyle harekete geçecek bir yapıda mıdır? Yoksa artık sistemdeki meşru yerine çekilen ve orada durma konusunda kararlı bir yapıya dönüşmüş müdür?
Son günlerin güncel tartışmalarının gelip dayandığı sorular üç aşağı beş yukarı böyle özetlenebilir. Bir yanda bu değişimin henüz tamamlanmadığını ve bu nedenle de tasfiye sürecinin devam etmesi gerektiğini düşünenler. Diğer yanda artık tasfiye değil, inşa sürecinde olduğumuzu savunanlar.
Kuşkusuz bu soruların cevabını vermek sanıldığından çok daha zor. Ancak birkaç önemli noktaya bakılabilir. Birincisi yaşanan sürecin ve özellikle de yüksek tansiyonun, artık sisteme yarar yerine zarar getirecek noktaya geldiğidir.
İkincisi, kurumları değil, oradaki yanlışları, gayrı meşru yapıları ve yaklaşımları esas alan bir tasfiye sürecinin, ısrarla ve inatla kurumları hedef alan bir noktaya çekilmesi, artık taşınabilir olmaktan çıkmış görünmektedir.
Üçüncüsü, Türkiye’nin bir an önce iç dengelerini oluşturup, bölgesel sorunlar üzerinde daha ciddi nüfuz sahibi olması gereken bir dönemde, sürekli iç çatışmayı artıran yaklaşımları hızla geride bırakmak zorunludur.
***
Tasfiyeden inşaya geçişin kolay olmadığı ortada. Ancak herşeyi sürekli tasfiye ve yıkım olarak görmenin, bugüne kadar alınan mesafeye ciddi zarar vereceğini de unutmamak gerekiyor.
Başka bir Türkiye var sahnede. Suriye ve Irak gibi güncel sorunların yanı sıra, neredeyse tüm bölgesel değişim süreçlerinde merkez role sahip bir ülke. O nedenle atılan bazı adımları, geçmişle uzlaşmak, derin yapılara teslim olmak şeklinde değerlendirmek; hele de tüm bunların siyasi kaygılarla yapıldığını, ‘yeni oy alanları’nı hedeflediğini öne sürmek insafla ve akılla bağdaşmaz.
Savaş kolay, barış zordur. Başka bir deyişle, inşa etmek yıkımdan çok daha fazla emek ve kalite ister.