Türkiye 2014 Mart başından itibaren üç seçim ve bir referandumun yapılacağı iki yıllık bir sürece girecek. AK Parti’nin başkanlık sistemi önerisi nedeniyle, cumhurbaşkanlığı seçimi ve cumhurbaşkanının niteliğini belirleyecek referandum, gündemde yerel ve genel seçimlerin önüne geçti.
TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu, üçüncü uzatmada ilk ikisine göre daha hızlı çalışıyor. Ancak temel konulara henüz gelinmedi, gelinse de uzlaşma bekleyen yok.
Bu noktada AK Parti’nin hareket tarzı olarak şunlar konuşuluyor:
a- Komisyonda uzlaşılan maddeleri de içeren bir ‘başkanlık sistemli AK Parti anayasası’ hazırlamak.
b- Yine uzlaşılan maddeleri de içeren, ancak başkanlık sistemi yerine ‘cumhurbaşkanı seçilen kişinin partisiyle ilişiği kesilir’ maddesini çıkaran bir ‘partili cumhurbaşkanlığı anayasası’ hazırlamak.
c- Bütün bir anayasa yerine, uzlaşılan konuları ve partili cumhurbaşkanlığını içerecek kapsamlı bir anayasa değişikliği paketi hazırlamak.
d- Sadece cumhurbaşkanının partili olmasını sağlayacak tek maddelik anayasa değişikliği hazırlamak.
Yöntem olarak da, AK Parti’nin önce 3 muhalefet partisiyle uzlaşma arayacağı, ancak CHP ve MHP ile bunun mümkün olmayacağı açık olduğundan, BDP ile 330 oyu bularak anayasayı halk oylamasına götüreceği yorumları yapılıyor.
Başkanlık veya partili cumhurbaşkanlığı diye ifade edilen bir tür ‘yarı başkanlık’ düzenlemesi, ‘var olan durumun altını doldurmak’ için gerekli görülüyor. Çünkü 2007’de ‘367 garabeti’ nedeniyle TBMM’de ‘cumhurbaşkanı seçtirmeme’ tecrübesi yaşanmıştı ve aynı krizle bir daha karşılaşmamak için referandumla ‘cumhurbaşkanını halkın seçmesi’ anayasaya konulmuştu. Bugün cumhurbaşkanının görev ve yetkileri konusunda düzenleme ihtiyacı da bundan doğuyor. Zira, Türkiye ikisini de halkın seçtiği iki siyasi liderle yönetilemez.
Başkanlık sistemine yönelik eleştiri sahipleri, Başkan’ın yetkilerinin sınırları ve denetimi ile Başkan ile Meclis arasındaki denge mekanizmasının güçlü olması gerektiğine vurgu yapıyor. Bu haklı ve yerinde bir vurgu. Ancak bu eleştiriler ‘kontrol-denge mekanizması kurulması halinde başkanlık sisteminin olabileceği’ ihtimaline açık kapı bırakmıyor. Aksine, seçim tarihi yaklaştıkça ağırlık merkezi giderek ‘Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olup olmaması’na, dahası ‘olmasın’a doğru kaymaya başlıyor.
Ve giderek 2007’yi hatırlatan yorum, analiz ve akıl vermelerle daha çok karşılaşmaya başlıyoruz.
2007’de, ‘Erdoğan ya da aynı zihniyette biri Köşk’e çıkamaz’ korosuna, TÜSİAD‘Köşk için uzlaşma şart’ açıklamasıyla katılmış, ‘hukukçular’ -367 öncesi- son uyarılarını yapmış, Genelkurmay en yetkili ağızdan, ‘laik cumhuriyet ilkelerini sözde değil özde koruyan bir cumhurbaşkanı’tarifi bile yapmıştı.
Bu ‘uyarılar’ malum ‘cumhuriyet mitingleri’ ile sahaya inmişti. Gazete ve televizyonlar, ‘Erdoğan ya da aynı zihniyette birinin artık Köşk’e çıkma ihtimali kalmadığına’ ilişkin yorumlarla doluydu.
‘İyi niyetli’ olanlar da ‘uzlaşma’ adına ‘parti içinden bir laik veya parti dışından aday’ önerileri yapıyordu.
Erdoğan, Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı adayı gösterdiğinde bu kez, aynı baskı TBMM’ye yapılmıştı. Cumhurbaşkanı seçilmek için gereken 367 oy, hukuk dışı bir yorumla ‘meclisin toplanma sayısı’ haline getirilmiş; muhalefet partileri ‘aynı koronun’ baskısıyla oylamaya katılmamış ve Gül’ün 357 oy aldığı oturum Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmişti.
Şimdi de, AK Parti anayasasına muhalefet milletvekillerinden de oy çıkması ihtimaline karşı, “CHP ve MHP oylamaya katılmaz” yorumları yapılıyor. Erdoğan’ın başbakanlıkta kalması ve Köşk’e ‘uyumlu çalışacak bir isim’ çıkarması gibi ‘tersinden emanetçilik’ önerileri geliyor. 2007’deki oylamaya katılmayan DYP ve Anavatan’ın akıbeti, ‘3. isim’ önerisi sahiplerinin pişmanlığı unutulmuşsa, 2007’yi hatırlatan başka örnekler göreceğiz demektir.