Lübnan’ın ikinci büyük kenti Trablus’un gezgine sunacak çok armağanı var ancak siyasi gerginlikler yüzünden kentte turist görmek neredeyse imkansız.
Beyrut’un kuzeydoğusunda kalan Dawra Meydanı, Trablus’a giden minibüslerin de kalktığı karmaşık ve gürültülü bir meydan. Neyse ki minibüsler sıkça geçiyor da o kargaşada uzun süre beklemenize gerek kalmıyor. Beyrut’un 85 kilometre kuzeyinde bulunan Trablus (eski dönemde ‘üç şehir’ anlamında Tripoli adını alan kent, Osmanlı döneminde Şam’a bağlı olduğu için Trablus Şam olarak bilinirmiş), ülkenin ikinci büyük kenti. Tarihi M.Ö. 14. yüzyıla kadar gidiyor ya ben kenti tarihi eserleri için değil, dillere destan çarşıları için görmek istiyorum. İstiyorum istemesine de Trablus’ta yaşayan insanlar gelme, öte tarafta yaşayanlar gitme diyor. Esad taraftarları ve karşıtları arasında sık sık kavga çıkıyor. Daha birkaç gün önce yine böyle bir kavgada yaralananlar olmuş. Ama yok, gideceğim. Düşmüş zihnime bir kere. Lübnan’da başka pek çok yeri gözden çıkarmaya hazırım fakat Trablus’u değil. Sadece 3 bin Lübnan lirasına (1 TL=840 LBP), yani 3.5 TL’ye, 1 saat 15 dakikada Trablus’a varabiliyorsunuz. Şehre geldik, nerede ineceğim? Neyse ki gençler imdadıma yetişiyor, yol gösteriyor. Minibüsten birlikte indiğim bakımlı ve hoş genç kız Türk olduğumu duyunca bir heyecanlandı ki sormayın. Meğer kentin tarihi meydanı Al Tall’da, koloni dönemi binalarından birinde bulunan Lübnan-Türk Dostluk Derneği’nde çalışıyormuş. Geçen yıl İzmit’e gelmişler. Orada yediği pişmaniyenin tadını unutamamış. Lübnan’da da var pişmaniye ama aynı değilmiş tadı. ‘Keşke geleceğinizi bilsem, ben gezdirirdim sizi’ diyor. Keşke ama o gün müsait değil. Zaten ben tek başına gezinmeyi, bilmediğim sokaklarda kaybolmayı severim, diyemedim tabii ona.
Tarihi sokaklarda gezinti
Al Tall Meydanı, Trablus’un kalbi, merkezi. Osmanlı döneminden kalma saat kulesini gördüğünüz an meydanı bulmanız kolay. Saat kulesi 1906 yılında, II. Abdülhamid’in tahttaki 30. yılını kutlamak amacıyla inşa edilmiş. Ne yazık ki meydandaki binaların çoğu savaş dönemlerinde zarar görmüş. Eski günlerdeki ihtişamın izlerini sürmek mümkünse de trafik karmaşası ve kalabalık nedeniyle burada fazla zaman geçirmek gelmiyor insanın içinden. Ben zaten çarşıları görmek için geldim Trablus’a. Christiane ‘Karanlığa kalma, lütfen erkence gel’ diye tembihlediğinden acele etmem lazım. Hoş zaten saat 16.00’dan sonra Beyrut’ta trafik öyle bir tıkanıyor ki o saatten önce dönmek hayrıma.
Saat kulesini geçtikten hemen sonra sağa dönüp ilerlediğinizde Trablus’un dillere destan çarşılarının havasını solumaya başlıyorsunuz. Ürdün’de ve Lübnan’ın ünlü başkenti Beyrut’ta (ki Beyrut’u önümüzdeki hafta anlatacağım) çarşılardan yana şansım pek yaver gitmediğinden bu tarihi çarşıya girer girmez keyfimin yerine gelmesine şaşmamalı. Burayı buldum ya, artık gönül rahatlığıyla kaybolabilir, beni çağıran sokaklara girip ayaklarımın götürdüğü yerleri seyreyleyebilir, kendimi kokuların rehberliğine bırakabilirim.
Mutlaka Mograbieh yiyin
Trablus, Memlükler dönemi izlerinin en çok görüldüğü kentlerden. Kentin çarşıları sadece Memlükler döneminin değil, Osmanlı’nın da izlerini taşıyor. Yürürken bir yandan çarşıların kokularıyla sarmalanıyor, bir yandan seslere kulak veriyorsunuz. Gözleriniz de her an açık olmalı çünkü her köşebaşında karşınıza bir cami, bir çeşme, yılların izlerini taşıyan bir han çıkabilir. Tarihi çarşıda Osmanlı’dan kalma hanlardan biri sabun hanı (Khan Al Saboun), biri terziler hanı (Khan Al Khayatin) olarak işlev görüyor. Terziler hanı 2008 yılında İspanya’dan gelen fonlarla restore edilmiş. Şehirde restorasyon bekleyen pek çok yapı var. Fazlaca tartaklanmış, hor görülmüş bir kent Trablus ama bir şekilde kendini sevdirmeyi, kabul ettirmeyi biliyor.
Kuyumcular Çarşısı (Souk el Sayagheen), zerzevatçılar çarşısı derken oradan oraya gezip durmak, arada duralayıp bir şeyler atıştırmak pek hoş. Dünyanın en eski alışveriş merkezlerinden biri olan Trablus Çarşısı tam bir gastronomi merkezi. Fırından yeni çıkmış bol susamlı pofuduk ekmekçiklerden birini zahterli isteyince gençten fırıncı ortasını açıp bir tutam zahter gezdirip tutuşturuyor elinize. Zahter zihni açar diye inanıyor Lübnanlılar. O yüzden ille de sabah kahvaltısında zahtere bulanacaklar. İsterseniz sokak tezgahlarında, arasına peynir konup mini mangallarda kızartılan kahkelerden de yiyebilirsiniz. Gezinirken humusçular, felafelciler, dönerciler, tatlıcılar, salepçiler çıkacak karşınıza ama bir tat var ki sözünü etmeden geçilmez: Mograbieh. Bu bir tür kuskus. Bildiğimizden iri olan kuskusu haşlıyorlar. Nohutu da ayrıca haşlıyor, kuru soğanları bütün halde fırında pişiriyorlar. İşte bu üçü bir araya geliyor, üzerine bolca tarçın serpilip hafifçe kavrulduktan sonra yassı ekmeğin üzerinde sunuluyor. Güya aç değilim, yarım porsiyon alsam olmaz mı diyen ben değilmişim gibi tabağı sıyırmak biraz utanç verici ya bu Lübnan’da yediğim en güzel yemek. Hemen üzerine, tatlı niyetine bir ufak bardaktaki sıcak aşureyi kaşıklamak da pek hoş doğrusu.
Biraz da sahilde dolanmalı
Günümün tümünü çarşıda geçirebilirdim ya Trablus’un sahili sayılan El Mina’ya da uğramak istiyordum. Trablus’un 5 kilometre doğusundaki Mina, kentin sahil mahallesi gibi. Trablus merkezden dolmuş taksilerle bir kaç liraya gidebiliyorsunuz. Fenikeliler döneminde önemli bir liman olan kentte Memlük ve Osmanlı dönemi yapılarına da rastlanıyor ancak örneğin Memlük döneminde inşa edilmiş beş koruma kulesinden bugün sadece bir tanesi ayakta. Kentin 4.5 km uzunluğundaki sahili sıcak yaz günlerinde Trablusluların akınına uğruyor.
FULÜYÜ TATMALISINIZ
Mina’nın evleri yamalı entariler gibi insana hüzün veriyor. Sokakları ıssız, yapayalnız. Belli ki pek yabancı uğramıyor, sizi görenlerin şaşkın bakışlarından anlıyorsunuz. Minalıların bir kısmı geçimini balıkçılık yaparak sağlamaya çalışıyor. Çarşıda o gün tutulan balıkları ızgarada pişiren minik balık lokantaları da var ama bakır kazandaki fulü görünce dayanamadım. Baklayla nohutu karışık pişirmişler. Kimyonuyla, limonu, zeytinyağıyla pek hoş bir öğle yemeği. Tek sorun oturup yiyecek yer olmaması. Bir kenara ilişip yiyeyim dediğimde yıllar boyu zihnimden çıkmayacak bir yüce gönüllülük örneğiyle kutsandım deyim yerindeyse.
YARDIMSEVERLER
Kulakları işitmeyen bakkal eliyle çağırıp yan tarafta duran masayla sandalyeyi işaret etti, gel buyur burada ye dercesine. Bir plastik kaşık fulü için, bir şişe de su bırakıverdi sessizce masaya. Para pul ne kelime, hâşâ! Oracıkta alma ve vermenin en yalın, en içten hali gerçekleşiverdi. İşte ben bu yüzden seviyorum seyahat etmeyi. Karşıma neyin, kimin çıkacağını hiç bilemiyorum. İyisi için dua ettiğimden olsa gerek böyle insanlar çıkıyor karşıma. Şimdi de elim kalbimde, şükran soluyorum o uzak kenti ve yüce gönüllü o güzel insanı düşünerek.