Sanıyorum bugün de şu faiz ve Merkez Bankası tartışmaları üzerinden devam etmemiz gerekecek. Çünkü bu konu, önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden tutun da, AK Parti’nin yeni dönemine ve buradan Türkiye’deki muhalefetin yeniden biçimlenmesine kadar birçok stratejik konuda önümüze ışık tutuyor. Başbakan’ın salı günü partisinin grup toplantısında yaptığı konuşma, kesinlikle yeni bir sermaye birikimi talebiydi ve çok açık olarak söyleyelim ki, ekonomiden başlayan çok keskin bir yol ayrımıydı.
Bu yol ayrımı, hem Türkiye’nin yeni dönemine ilişkin önemli ipuçlarını içeriyordu hem de dünyada şu an ilk işaretlerini gördüğümüz ekonomik ve siyasi arayışın, Türkiye’de de en yetkili ağızdan dile getirilmesiydi.
Üç dönem kuralı tarihsel bir karardır
Bu arada Başbakan’ın üç dönem kuralında neden bu kadar ısrarcı olduğunu ve bu kuralın basit olarak, yalnızca bir parti içi demokrasi meselesi olmadığını da görmüş oluyoruz. Son bir yılda yoğunlaşan ve hızlanan ancak 2007-2008 süreçlerinde e-muhtıra, kapatma davası, Başbakan’a yapılan suikast girişimleri, MİT’e -tabii gelmekte olan çözüm sürecine de- yönelik imha planları ve 2009’dan bu yana sayısını bilmediğimiz darbe girişimleri... İşte bütün bunlar, Başbakan Erdoğan’a çok şey anlattı ve onun şimdilerde ortaya çıkan yeni stratejisini oluşturmasında başat rol oynadı. Bütün bu süreç, Mili Görüş ve Erbakan’dan gelen gelenekle de birleşince Başbakan’ın önündeki yol, bence binlerce watt’lık projektörlerle aydınlatılmış gibi oldu.
Şimdi herkesin sakin olması ve bu süreci kabul etmesi gerekiyor; çünkü Başbakan, hem Türkiye’nin geldiği tarihi yer itibariyle hem de dünyanın şu an vardığı yol ayrımı itibariyle haklı.
Türkiye, artık 1947’de, tek parti döneminde, IMF ile birlikte kendisine dayatılan ve -açık söyleyeyim ki- şu günlere kadar gelen ekonomi-politikalarıyla devam etmeyecek. Yine bütün bu süreçte, AK Parti’nin başarısı, 2008’de Başbakan’ın, hem IMF’yi kovması hem de Derviş’in ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş’ programını GAP Eylem Planı gibi çıkışlarla delmesi ve Türkiye’nin, buna bağlı olarak, devletçi tekelci burjuvaziden ayrı olarak yeni bir sanayici sınıf yaratmaya soyunmasıyla mümkün olmuştur. Hem 2010 referandumundaki başarı, hem de bu tarihten sonraki tüm seçimlerde AK Parti’nin başarısı, tamamen bu hamlelere ve bu hamlelerin yarattığı refah dalgalarına bağlı olarak oluşmuştur.
Erbakan Hoca’nın ‘Adil Düzeni’
Biz bu yolun bir benzerini 28 Şubat’dan önce görür gibi olduk ama Erbakan’ın karşısına Sincan tankları çıktı. Erbakan, şu iki stratejik adımı atmak istemişti; Türkiye geç kaldığı sanayi devrimini, batı gibi ağır emek istismarına ve yağmasına başvurmadan yapmalıdır; bunun için devlet, Batı’nın bize dayattığından ayrı, özgün yol gösterici -düzenleyeci- bir rol üstlenmelidir.
KİT’ler borçtan ve yüksek faizden kurtulmalı, kamu bankaları buraya dönük çalışmalıdır; havuz sistemi ile KİT’lerin borçlanma maliyeti ve faizler düşürülmeli, KİT’ler verimliliği ile piyasadaki fiyat mekanizmasına öncülük etmeli ve özel sektörde bu regülasyon sonucu yeniden oluşmalıdır.
Türkiye’nin yurt dışı -işçi dövizleri gibi- kaynakları getirilmeli, kamunun borçlanma gereği düşürülerek faiz oranlarının, sanayideki kâr oranlarının altında olması sağlanmalıdır. Merkez Bankası dışarıya değil, Türkiye’nin milli çıkarlarına bağlı olmalı ve biz bu anlamda bir merkez bankası bağımsızlığı savunmalıyız.
Türkiye, ağır sanayi ile birlikte kendi savunma sanayini kurmalı ve başta D-8 (Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Mısır ve Nijerya) olmak üzere Türkiye, İslam alemi içindeki ve dışındaki tüm az gelişmiş ülkelerle ağır sanayi ve savunma sanayi işbirliklerine girmeli... Biliyorsunuz, D-8 22 Ekim 1996 tarihinde, yani 28 Şubat’tan önce, İstanbul Deklarasyonu ile kurulmuştu. D-8’in bayrağında 6 yıldız vardı ve bu 6 yıldız şunu anlatıyordu; Barış, Diyalog, Adalet, Eşitlik, Adil Düzen, İnsan Hakları, Hürriyet, Demokrasi.
Bu altı ilke, bugün başta AB olmak üzere, Batı’nın sırt çevirdiği insani amaçlardır.
28 Şubat’ın bitirdiğini yeniden başlatmak
Bugüne gelelim; bugün Türkiye, Erbakan’ın 28 Şubat’a giden süreçte bütün yapmak istediklerini yapmak için kollarını sıvamış durumda...
Türkiye, yüzyıl başında, Osmanlı’nın parçalanması ile uzaklaştırıldığı Ortadoğu, Kafkasya’daki bütün enerji alanlarına ve transit geçiş alanlarına yeniden dönüyor. Ve Batı için, Kırım Savaşı’ndan bu yana Türkiye, Rusya karşında, 1850’li yıllardan bile daha fazla olarak, önemli bir alternatif. Ve yalnız D-8 ile sınırlı olarak değil, bütün Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve hatta Afrika coğrafyası Türkiye’ye bakıyor ve Türkiye’nin atacağı adımlara göre ekonomik ve politik çıkışını belirlemeye hazırlanıyor. Bugün Türkiye’nin üç başarılı kamu bankası Katılım Bankacılığı’na girmeye hazırlanıyor ve şimdiye kadar uyutulmuş çok önemli ağır sanayi kurumları -BMC gibi- yeniden ayağa kaldırılıyor.
Bu adımlar, tam da Erbakan’ın yapmak istediği ama ondan önce mesela Nuri Demirağ gibi gizli kahramanların da yapmak istediği ama hiçbirine yaptırılmayan, atılmayan adımlardı. Yine Türkiye, tam bugün, küçük ve orta boy sanayiciyi öne çıkaracak altyapı yatırımlarını, yolları, hızlı tren hatlarını, limanları yapıyor ve Anadolu’nun kasabalarına bile üniversite, meslek yüksek okulları açıyor.
Yine tam şimdi Türkiye, sanayi ve bilgi toplumu geçişlerini birlikte sağlamaya çalışıyor ve bunun için, buna uygun bir para ve maliye politikası arayışına giriyor. Bütün bunları karşılayacak yeni ve özgün bir ekonomi politikası gerekiyor. Eski ezberlediklerinin ve tam şimdilerde yanlışlanmış öğretilerin hâlâ doğru olduğunu savunanlar elbette hem burayı göremezler hem de buna uygun yeni politikaları anlayamazlar; işte bundan dolayı Erdoğan’ın ısrar ettiği üç dönem kuralı yalnız doğru değil, tarihsel bir karardır da...
Dünya da kendisine yeni bir yol arıyor...
Tam bugün dünyada gelir dağılımındaki bozukluğun sonucu olarak ortaya çıkan açıklanamayan servetler hala giderek artıyor ve bu eğilim aslında dünya ekonomisindeki bozukluğun da bir işareti. İşte Fransız iktisatçı Thomas Piketty’in kitabı bundan dolayı çok ilginç geldi. Aslında Piketty yeni bir şey söylemiyor; 20. yüzyılın başında Britanya’da nüfusun yüzde 1’i toplam servetin yüzde 70’ini kontrol ediyordu. Bu, sanayi devriminin acımasız emek sömürüsünün ve kıtalar arası sömürgeci yağmanın sonucuduydu. İki Dünya Savaşı sonucu kapitalist sistemin yıkıma uğraması ve Sovyet, Çin devrimleri, dünya genelinde, bu çarpıklığı biraz aşağıya çekti. Ancak, tam yüzyıl sonra, yani 21. yüzyılın başında, bu sefer, tekelci devlet kapitalizmi ve finansal alanlardaki karşılığı olmayan balonlar ve buna bağlı oluşan kara servet döngüsü yeniden servet dağılımını çok küçük bir azınlık lehine derinleştirdi...
Çin ve Hindistan küresel nüfusun yüzde 37.85’ini oluştururken, küresel servetin sadece yüzde 10.71’ine sahipler. Kuzey Amerika ise dünya nüfusunun yüzde 5.71’i barındırıyor amaküresel servetin üçte birine sahip... İşte bu böyle gitmez; büyük düzelme başladı... Türkiye’de ise, Erdoğan bu yeni ekonomik ve siyasi yapılanmanın-düzelmenin- şu anda tek temsilcisi gibi duruyor; umarım partisi ‘eksiksiz’ onu takip eder...