Mesleğe 2. Abdülhamid döneminde başlamış, Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar da sürdürmüş bir diplomatımız Esat Cemal Paker... Yaşadıklarını ve gözlemlerini ‘Kırk Yıllık Hariciye Hatıraları’ adıyla kitaplaştırmış da...
Fazla hacimli olmayan, anlatımı renkli bir kitap bu. Kendisi gibi diplomat olduğundan ünlü şâirimiz Abdülhak Hâmid ile yolu sürekli kesiştiği için de ayrı bir değeri var kitabın...
Dostum “Okurların için ilginç olabilir” diye önem verdiği bölümleri işaretleyip üçüncü basımını (Remzi Kitabevi) gönderdiği kitabın 1952 tarihli ilk basımını kütüphanemde buldum; baktım, ikimiz hemen hemen aynı yerleri işaretlemişiz... Birkaçını aktarayım.
Hâmid’le yıllar sonra İstanbul’da karşılaşmış Esat Bey. “İhtiyarlamış, yüksek başı öne, toprağa doğru eğilmiş, hayattan bezmiş gibiydi” diye anlatıyor son demlerini büyük şâirin... Onu görünce sevinmiş Hâmid, iltifat etmiş... Sonra ağzından şu mısralar dökülmüş: “Tat yok gecesinde gündüzünde / Ben neyleyim bu yeryüzünde?”
Hayatı çok renkli geçmiş ihtiyarların ağzına pelesenk olacak cinsten bir beyit size...
Oysa evvelce kendisiyle daha barışık olduğunu, Esat Bey’in kızının defterine yazdığı şu satırlardan biliyoruz Hâmid’in: “İnsan ederse kendi kemaliyle imtizaç / Tenzil-i kadr-i âhare hissetmez ihtiyaç.” (İnsan kendi olgunluğuyla barışıksa, başkalarını küçültme hissine ihtiyaç duymaz.)
Geçen akşam özel bir davette bir bakanı dinlerken Bulgaristan’la ‘taşımacılık’ alanında sorun yaşandığını öğrenmiştim; dün bir gazetede karşıma ‘şikâyet’ olarak çıktı aynı sorun. Esat Bey bir ara Sofya’da görev yaparken de Bulgaristan’la aramızda sorun yaşanıyormuş... Osmanlı döneminde bütün yabancı elçilere ‘Mösyö’ diye hitap edilirken Bulgaristan temsilcisine ‘Efendi’ denildiğinden... Sebep? Bulgaristan Osmanlı devletinin bir parçası mumalesi gördüğü ve elçi devletin memuru sayıldığı için...
“Bu, Bulgarları çıldırtıyordu” diyor Esat Bey. Yabancı ülke temsilcilerinin çağrıldığı bir saray davetine Bulgar elçi çağrılmamış, o da ilişki kesip Sofya’ya gitmiş... Bulgaristan’ın Osmanlı’dan kopması böyle başlamış... İyi mi?
Esat Bey’in anılarını okurken, karşılaştığı bir çok yabancı diplomat ile devlet adamının ya İstanbul’da eğitim aldığını, ya da Türkçe bildiğini öğreniyoruz. İstisnasız herkes genç Türk diplomata mensubiyeti sebebiyle özel ilgi gösteriyor...
Artık 1. Dünya Savaşı patlamıştır. Esat Bey iki tarafın kendi cephesine kazanmak istediği Romanya’da görevlidir. “Romanya’yı kazanmak için Rusya ile İngiltere’nin başvurdukları çarelerden bir tanesi hayli orijinal sayılabilir” diyor yazarımız...
‘Orijinal çare’, rüşvetin öteki adı; ama bunu dolaylı yapıyorlar: İngiliz sefiri Romanya buğdayına yüksek paralar ödeyerek dağıtırmış rüşveti; Rus sefiri ise her gece sefarette poker partisi verir, yerel konuklara sürekli para kaybedermiş...
İlginç, değil mi?
Sefaretlerdeki yemekler önemlidir. Londra’daki böyle bir yemekte, çilek ikram edilirken bir tabak içerisinde sofrada bulunan tuzu şeker sanmış biri, banarak yemiş çileği... Abdülhâk Hâmid“Sana bir tuzlu çilek hikâyesi anlatayım” deyip şu eski olayı aktarmış:
“Bir gün Sadrazam Âli Paşa vekillere yalısında bir ziyafet vermiş ve yemeğin sonunda ortaya gelen çileği yanlışlıkla tuza batırıp yemiş. Dalgınlığının farkına vardıktan sonra da, yanıldığını azametine yediremeyerek, davetlilerine, ‘Hiç de fena olmuyor’ demiş... Bütün nâzırlar Sadrazam’a hoş görünmek için hepsi çileği tuza banarak yemişler ve ‘Enfes’ diye Sadrazam’ı tasdik etmişler... Sofrada tuhaflığı ile tanınan Minas Efendi de varmış. Âli Paşa Minas Efendi’nin ses çıkarmadığını görünce, ‘Sen ne dersin Minas Efendi’ diye sormuş... Minas Efendi şu cevabı vermiş: ‘Çilek sofrasında bir diyeceğim yok ama, aynı şey bazan Meclis-i Vükelâ’da da oluyor, işte o fena!”
Kitabın sayfalarında yeniden hoş birkaç saat geçirdim dostum sayesinde...