Enver Paşa'nın dünya hayatını tamamladığı, 4 Ağustos 1922 gününün yüzüncü yıldönümü münasebetiyle, geçen hafta 3 ve 5 Ağustos günlerinde yazdığım iki makale dolayısıyla, bilmiyordu, bir çok mesaj aldım. Kimileri, 'İttihadçı değil mi, boşverin..' derken, kimileri de, 'hiç bilmiyorduk..' diyorlardı.. Kendisine çok saygı ve de muhabbet beslediğim hocalarımdan birisi de serzenişte bulundu ve 'Abdulhamîd'i deviren birisine nasıl övgüler yazarsın?' dedi.. Kaldı ki, 'övgü ve yergi niyetim olmadığını' bilhassa belirtmiş; o iki yazıyı yazmaktan maksadı açıklarken, 'İttihad ve Terakkî Cemiyeti'nin bize neler getirdikleri ve götürdüklerini idrak edebilmemiz için Enver Paşa'nın bu 100. yıldönümü iyi bir fırsat olabilir' diye yazmış ve 'Bu tarih, hatasıyla, sevabıyla, doğru ve yanlışıyla veya ihanetleriyle, zaferleriyle ve yenilgileriyle, istesek de- istemesek de, bizim geçmişimizdir ve gözümüzü kapamakla yok sayılamaz. Maksadımız, Enver Paşa'yı övmek veya yermek değil, Müslüman halkımızca verilen nice çetin mücadeleler sonunda, hem de kurtulmak adına, emperyalizmin kültürel ve siyasî pençesine nasıl düştüğümüzü de anlamaya çalışmaktır.' demiştik. 'Toplumumuzun hür düşünebilen her kesiminde ve özellikle Silahlı Kuvvetler'de de o dönemin mutlaka değerlendirilmesi ve gereken derslerin çıkarılması' temennisiyle..
Ve ilâve ettim: 'Abdulhamîd'e karşı çıktılar diye, Mehmed Âkif, Babânzâde Ahmed Naim, Said Nursî, Elmalılı Hamdi Efendi ve benzerlerini, o karşıtlıkları yüzünden bütünüyle yok mu sayacağız?'
Ayrıca şu nokta da unutulmamalı.. O dönemde, 'münevver/ aydın' diye anılmak takıntısı toplumun bir çok kesimini öylesine sarmış ki, Sultan Abdulhamîd lehinde söz söylemenin imkânsız hâle geldiği bir efkâr-ı umûmiye /kamuoyu oluşmuş imiş..
Ve o kadar ki, Enver Paşa, hâtırâlarında askerî mekteplerdeki öğrencilik günlerinden söz ederken; '...Soba başında toplandığımız istirahat zamanlarında Hükûmet'in aczinden; mutlakiyet idaresinin, özellikle de Sultan Hâmid'in fenâlığından bahsederdik. ...Bu hâin herif, istese bir anda her şeyi düzeltir; memleketi bahtiyar eder; etrafındaki alçakları dağıtır; hem memleket ve millet bahtiyar olur, hem de kendisi, diyordum. Fakat bu adamın senelerden beri kan içmeye alışmış olduğunu ve insanın alışkanlığından vazgeçemeyeceğini düşündükçe, şahsına karşı fevkalâde bir düşmanlık hissediyor ve vücûdunun ortadan kalkmasının en iyi çâre olacağını düşünüyordum...' diyordu. Evet, o dönemde kendilerini, 'münevver/ aydın' olarak niteleyen çevreler Avrupa'dan estirilen ütopik rüzgârların etkisiyle, her bir tarafa savrulup duruyor ve Abdulhamîd'den kurtulduklarında, 'Herşeyin güllük-gülistanlık olacağını' sanıyorlardı.
(Bu arada, eklemeliyim ki, TRT dâhil, bir çok TV. kanallarında, Abdulhamîd Han sismik araştırma ve sondaj gemisi münasebetiyle Abdulhamîd ismi daha bir sıkça geçiyor bu günlerde..
Ancak, Abdulhamîd ismi, Abdulhâmid şeklinde (â) uzatılarak telaffuz ediliyor.. Halbuki, 'Hamîd', 'kendisine hamdedilen' demek olup, Abdulhamîd de, kendisine hamdedilenin -yani, Allah'u Teâlâ'nın- kulu' mânasına gelir; 'Hâmid' ise, 'hamdeden' mânâsına gelip, Abdulhâmid denildiğinde ise, o zaman da 'hamdedenin kulu' mânâsı anlaşılır; yani, mânâ tamamen değişir, tersyüz olur.
Bizdeki şu medya organlarında, İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça, Çince vs. dillerdeki isimlerin nasıl telaffuz edileceği, 'Aman yanlış yapmayalım..' diye sorularak doğrusu öğrenilir de, Müslüman dünyadan insanların isimleri genel olarak pasaportlarında İngiliz alfabesine göre yazıldığından onların nasıl telaffuz edileceği sorulmadan, gelişigüzel okunur. Hattâ o kadar ki, meselâ Ahmed ismi bile Ahmad diye yazıldığı için öylece okunur. Bu gibi konularda gereken hatırlatmayı yapacak ve doğru telaffuz düzeltmesi yaptıracak bir sorumlu yok mudur o medya kuruluşlarında?)
*
Dün, 14 Ağustos, 2001'in yıldönümüydü!
Dün, yakın tarihimiz açısından, önemli bir gündü.. Çünkü, Erbakan Hoca'nın kurduğu veya kurdurduğu Millî Nizâm, Millî Selâmet, Refah partilerinden sonra, 1999 Nisanı'nda yapılan ve (Merve Kavakçı hanımın Meclis'e örtülü olarak alınmamasının ortaya çıkardığı) seçimle 3. Parti duruma geriletilen ve 110 kadar m.vekiline sahip Fazilet Partisi de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştı, 2001'in baharında..
Yeni bir partileşme süreci başlayacaktı tabiatıyla.. Saadet Partisi, yine Erbakan ve arkadaşları tarafından ve de Kıbrıs Çıkarması'nın 27. Yıldönümü'ne denk gelecek şekilde 20 Temmuz 2001'de kurulmuştu.. Tayyib Erdoğan ve arkadaşları ise, kendi partilerini kuracakları yönündeki beklentilerin yoğunluğuna rağmen, 'bir bölen' durumuna düşmemek için, dikkatle erteliyorlardı, kuruluşlarını..
Nihayet 14 Ağustos 2001'de 'Adalet ve Kalkınma Partisi' adında ve kısa adıyla 'AK Parti' diye anılacağı da tescillenen bir siyasî parti daha doğmuştu. 'Fakir', gelişmeleri yurt dışından, Almanya'dan takip ediyordum.
Ve, Fazilet m.vekillerinin yaklaşık 48 kadarı SP'de, 55 kadarı da AK Parti'de toplanmıştı. Halbuki, Şevket Kazan ağabeyle Avusturya'da karşılaştığımda, AK Parti'ye geçenlerin sayısının 15-20'yi geçemeyeceğini kesin olarak ifade ediyor ve amma, tablo değiştikçe de, hayretlere düşüyor ve hattâ kızgın ifadeler kullanıyordu..
AK Parti, kuruluşundan 15 ay kadar sonra, 3 Kasım 2003'de girdiği seçimden ise; ANAP, DYP, MHP ve DSP gibi eski güçlü partiler yüzde 10 barajının altında kaldıklarından Meclis'e giremiyorlar ve AK Parti, yüzde 34,5 oyla, ama, Meclis'teki sandalyelerin yüzde 60 kadarını elde ediyordu. SP ise yüzde 2,5 kadar oy alabiliyordu.. SP çevreleri, bu neticeyi soğuk kanlılıkla değerlendirmek yerine, halkın yanıltıldığını söylüyorlardı.. âlâ da o kanaatte olanlar var..
O döneme teferruatıyla dönmeye gerek yok..
3 Kasım 2002'deki o tablo, o zamanlarda yaşanan büyük sosyo-ekonomik çöküntüye karşı, halkın bir cevabı mahiyetindeydi.
O zaman 10-15 yaşın altında olanlar, yani şimdi, 30-35 yaşında olanlar o büyük çöküntüyü yaşamadıklarından, bugün gerek , Corona Salgını ve gerekse Rusya -Ukrayna Savaşı'nın ve dünyadaki diğer sert kırılmaların yaşandığı konjonktürel değişikliklere rağmen, sadece pahalılık yüzünden, rahatları bozulduğu için sızlanıyorlar ve geçmişte verdikleri mücadelelerinin acıları içinde büyüttükleri dâvalarına ve kendilerine , kemalist-laik baskıcıların yaşattığı sıkıntıların artık geride kaldığını sanarak, rehavete kapılmış bir görüntü veriyorlar.
Ve en çok da, geçmiş 20 yıl boyunca iktidarda olmanın sorumluluğundan çok, makamlarını paylaşanlardan niceleri, şimdi, kenarda iseler, herkesten çok eleştiri yapıyor duruma gelmiş bulunuyorlar.
Bütün bunlara rağmen, şahsen, mevcut siyasî yelpaze içinde, Müslüman halkın istek ve beklentileri için, bugünkü iktidardan bir milim bile önde oldukları ümidi vermeyen 6-7'li Ganyan oyununun Müslüman halkımızın feraseti tarafından benimsenecek bir özelliğinin olmadığını düşünüyorum..