Fidel Castro’nun meşhur kışla baskınından sonra yakalandığında mahkemedeki savunmasının bu son cümlesi, kulağa gelen romantik tınısıyla hala hatırlanıyor; lâkin acaba gerçekçi midir diye de düşünmeden edemiyor insan.
Her yeni yıl, Küba’da devrimin kutlama törenine denk gelir. 1959 yılının ilk günü diktatör Batista Küba’yı terk etmiş ve ertesi gün de gerilla kuvvetleri başkent Havana’ya girmişti. Castro başarmıştı. Muhtemelen sizler de televizyon ekranında siyah beyaz filmde devrimcilerin ilk gün coşkusunu izlemiş olmalısınız. Başardıkları şey hiç de kolay değildi. Muhtemelen pek çok kişi silâhlı eylemin açık bir ‘çılgınlık’ olduğunu düşünüyordu. Sadece üç yıl önce “Granma” adını taşıyan ve bugün Havana’da devrim müzesinde sergilenen tekneyle Küba sahiline yüzden daha az adamla ayak bastıkları anda ordunun saldırısıyla karşılaşmışlar ve darmadağın olmuşlardı bile. O sırada bu sudan çıkmış balık gibi olan bir avuç gerillanın bu kadar kısa sürede Küba’da devrim yapacaklarına dair iddiaya girebilecek herhalde pek az bahisçi bulunabilirdi.
Castro’nun ilk silâhlı eylemi
Fidel, 1952 yılında bir darbeyle iktidara gelen Batista’yı yerinden edebilmenin ancak silâhlı bir mücadeleyle mümkün olabileceğini düşünüyordu. Aslında hukuk eğitimi almış olan Fidel, önce avukat olarak yönetimle hukuk alanında mücadele etmeye kalktı ve kolayca tahmin edileceği gibi, büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Bunun üzerine hali hazırda Küba’nın yöneticisi olan kardeşi Raul ile birlikte etrafında topladığı yüz civarında kişinin oluşturduğu silâhlı bir güçle 1953 yılında Moncada askerî kışlasına saldırdı. Saldırı tam bir hüsranla sonuçlandı; çok sayıda gerilla öldürüldü. Çoğu yakalandı ve hapsedildi. Fidel de yakalananlar arasındaydı. Tıpkı kardeşi Raul gibi.
Savunma
Elbette, hükûmete karşı silâhlı saldırı sırasında yakalanan bir gencin savunmasında herhangi bir şeyi reddetmesine imkân yoktu. Fidel de, mahkemede siyasî bir savunma yaptı. Eylemlerinin haklı ve meşru olduğuna ilişkin olarak yaptığı savunma esas olarak Küba’nın ve halkının içinde bulunduğu sefaletti. Batista’nın meşruiyet dışı yönetimine karşı isyan etmek de elbette haktı. Bilmem, bu uzun savunmayı merak edip okumak da ister misiniz? İspanyolca bilmeyenler için zamanında Türkçeye de tercüme edilmiş ve yayınlanmıştı. Meraklılar bu kitabı artık sadece sahaflarda bulabilirler: Wright Mills, “Dinle Yankee” (ve Castro’nun tarihî savunması), Ant Yayınları, 1969. Ama yeni baskısı da yaklaşık on yıl kadar önce yapıldı.
Fidel, savunmasını başlıktaki gibi bitirmişti: “Tarih beni beraat ettirecektir.” Eylemin başarısız olması önemli değildi; bu cümlede önemli olan, bu eylemin ileride tarihte nasıl değerlendirileceğine ilişkin olan kesin inancıydı. Tarih, Fidel ve arkadaşlarını beraat ettirecekti; öyle olduğu için de mahkemenin kararının önemi bulunmuyordu. Bu cümlenin aktardığı tarih anlayışını tartışmadan önce Fidel’in başına geleni özetleyeyim de, bari merakta kalmayın: Tabiî ki, on beş yıla mahkûm oldu. Raul da on üç yıla. Başka ne olabilirdi ki? Yine de fena sayılmazdı durum; savcı yirmi altı yıl istemişti çünkü. Batista yönetimi, iki sene sonra, 1955 yılında mahkûmları affetti! Onlar da bir yıl sonra yeniden Küba’ya ayak bastılar ve sadece üç yıl sonra Batista’yı devirdiler!
Noel baba ile tarih baba
Noel babayı bilmeyen var mı? Şimdiye kadar onunla tanışma şerefine nail olamadıysam da, çocukların hatırına, bu şirin yaşlı ihtiyarın bacalardan sığacağına dair ümidimi muhafaza etmeye çalışıyorum. Acaba Noel babaya benzeyen bir de tarih baba var mı? Beyaz sakalıyla tarih yazan ve bunu herkesin hakkını vererek yapan. Böylece tarihte hiç kimsenin haksızlığa uğramamasını sağlayan. Böyle bir fikre Noel babaya inandığım kadar bile inanmam. Keşke olsaydı; o zaman tarihçilere hiç ihtiyaç kalmazdı. Tarihin nesnelliği karşısında herkesin boynu kıldan ince olurdu. Evet; bu benzetmeden sonra; şimdi oraya geliyorum; Fidel’in bu romantik cümlesi hayli cesur ve inanç dolu olmakla birlikte, maalesef gerçekçi değil. Eğer Fidel kazanmasıydı, Granma teknesi şu anda Havana’da sergileniyor olabilir miydi? Küba devrimi zafere ulaşmasaydı; Fidel ve arkadaşlarının çabaları acaba hangi kapsamda ve ne kadarı tarihte yazılacaktı?
Bütün bu soruların yanıtının daha çok politik gelişmelere bağlı olduğunu yazmak bir tarihçi için zordur; ama siyasî tarih yazımının politika ile yakın ilgisini ve temasını gerçekçi bir şekilde analiz etmeden de, beyaz sakallı bir ihtiyar tarih babanın bize tarihi bütün gerçekleriyle anlatacağını da beklemek sadece naif bir tavırdır. Böyle bir tarih baba hiç olmadı ve hiç olmayacak. Herkes tarihçilerin yazdıkları kadarıyla geçmişi öğrenmeye ve değerlendirmeye devam edecek.
Tarihi tarihçiler yazar ama...
Tarihi genellikle tarihçiler yazar. Ama tarih metni yazan herkes tarihçi değildir. Fakat kim yazarsa yazsın, eğer okunuyorsa, bu metinler, ortalama tarih bilgisini oluştururlar. Dolayısıyla geçmişe ilişkin bilgilerimiz, tarihçilerin ya da tarih metni yazan herkesin bize aktardıklarından ibarettir. Çok özel bir araştırma yapmadığımız sürece, ki bunu yapanımız pek azdır, tarihi öğrenmek isteyenler için kaçınılmaz olan şey, tarih olarak yazılanlara erişmektir. Meslekten olsun olmasın tarih yazarları ise, geçmiş hakkında farklı tarihler üretebilirler. Geçmiş, yalnızca onların seçmelerinden oluşan bir tarihi kapsar. Dahası, tarih yazarları geçmişi farklı değerlendirirler. Bu farklı değerlendirmeler tarihin farklı yazılmasına da eşlik ederler.
Yakın dönem siyasî tarihimize ilişkin yazılanlar da, bugün bizim “tarihsel gerçekler” olarak okuduğumuz, öğrendiğimiz ve aktardığımız şeyleri kapsar. Sorun da tam olarak bu noktada başlamaktadır. Acaba bütün bu yazılanlarda “tarihsel gerçeklik”in payı nedir? Tarih, yani geçmişe ilişkin bilgilerimiz, yetersiz midir ve bu yetersizlikten dolayı eksik ve yine bu nedenle de yanlış mıdır sorusunun yanıtlanması gerekir. Yakın dönem siyasî tarihimizin büyük bir kısmına ilişkin bilgilerimiz pek azdır. Bazı konular bir tema olarak dahi bilinmezken, başka konular hakkında ayrıntılar hemen hemen hiç yoktur. Bütün bu bilinmezlik denizi içinde zaman zaman bilgilerimizi oluşturan adacıklara rastlamaktayız. Ancak, en çok bildiğimizi ve değerlendirmelerimizde üzerinde mutabakat sağladığımızı düşündüğümüz konularda dahi belirli bir sorgulamaya ihtiyaç olduğu da açıktır.
Kimler beraat edebiliyor?
Bazı tarihçilerin değerlendirmelerinde tarihsel mahkûmiyetler ve beraatler de hayli yer tutar. Tarihçilerin savcı ya da yargıç olmadığını da, olmak zorunda olmadığını da unutarak üstelik. Kimin hangi tarafta yer alacağına karar vermekte olan bir tarihçinin genellikle kuvvetli siyasî ve ideolojik angajmanları da vardır. Hele bir de ortada kazananın ve güçlünün yazdığı bir tarih varken; işler daha daha karışır. Her kazanan, tarihi kendine göre yeniden yazmasa olmaz sanki! Böylece tarih, cımbızlana cımbızlana pek çok kez iktidarın kendine göre şekillendirdiği bir geçmiş anlatısı haline gelir. İktidar ve güçlü olan değiştikçe, geçmişi de değiştirir. Her gelen yeni kuşak, bu konjonktürel siyasî atmosferin etkisi altında kendisi için hazırlanmış bir geçmiş anlatısıyla karşı karşıya kalır. Fidel, tarihin kendisini beraat ettireceğinden emindi; hatta şu anda eminim, ettirdiğinden de emindir. Fakat ortada büyük harfle yazılan tarihten ziyade, çok sayıda tarihçi var sadece. Ve bu tarihçilerin yazdığı çok sayıda tarihsel öykü içinde hangilerinin kendisini beraat ettireceğinden emin olamaz. Kısaca; tarihi büyük harfle yazmaktan vazgeçmeliyiz!
Sonu gelmez tartışmalar yumağı
Tarih baba yok; büyük harfle yazılmış tarih de yok; her gelen yeni kuşak kendi arkasına baktığında, geçmişi kendi değerleri, düşünceleri, tecrübeleri ve bilgileriyle yeniden yorumlayacak ve kendinden sonra gelecekler için bir geçmiş örecek. Ne kadar sık örer ve dokursa dokusun; bu dokunun bir sonraki kuşakta olduğu gibi süreceğinin garantisi yok. Bu bakımdan tek başına tarih, hiç kimseyi beraat ettiremez; mahkûm edemeyeceği gibi. Bunu yapan tarihçilerdir ve genellikle de yapmamaları gereken bir işi yaptıkları için bu böyledir. Zamanla beraat edenlere mahkûmiyet, mahkûm olanlara beraat verilmesi; hep bu sonraki kuşakların değişen anlayışlarının bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu türden değişmeler kaçınılmazdır. Tarih bu bakımdan son hükmüne erişilmesi mümkün olmayan bir tartışma sürecidir. Başlangıcı varsa da, sonu muhtemelen yoktur.