1915 trajedisinin 99’uncu yıldönümü yaklaşırken başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere dünyanın pek çok yerinde anma hazırlıkları hız kazandı. Bu kez de daha önceki yıllarda olduğu gibi olan biten hatırlanacak, Türkiye’den yaşanan trajedinin tanınması talep edilecek. Tehcirin soykırıma yol açtığını söyleyenler daha fazla sayıda ülkede 1915 trajedisinin soykırım olarak kabul edilmesi için çalışacak.
Umarım ki Türkiye’de de insanlar son bir kaç yıldır olduğu gibi bir yerlerde toplanıp yine sivil anma törenleri düzenler, savaş sırasında yaşanan bu büyük drama karşı kayıtsız kalmadığımızı dünyaya gösterir. Ve yine umarım ki devlet de bilindik reflekslerinin dışına çıkıp, olay hakkındaki üzüntüsünü hukuki statüsünün ne olduğuna bakmadan dillendirir.
***
Dünya da bizi inkârcı olarak görmekten vazgeçer. Diplomatik enerjimizi anlamsız bir siper savaşı için harcamak külfetinden kurtuluruz. Büyükelçilerimiz geri çekilmez. Müttefiklerimizle olan ilişkilerimiz soykırım tartışması yüzünden eşitsiz başlamaz. Tehcirin soykırım olmadığını söyleyenlere uygulanmaya çalışılan müeyyideye karşı çıkmak çok daha kolay olur. Tarihimizle barışıp, geçmişimizi daha iyi anlayabiliriz.
Hafife almak için söylemiyorum ama soykırım tıpkı cinayet ya da hırsızlık gibi bireysel bir suç. Ardılı olduğumuz bir devleti yöneten ya da onun yönetiminde yer alan bir takım insanların bir takım yerlerde bu cins bir suçu iletmiş olması bizi, yani günümüz Türkiye’sini, soykırım suçlusu yapmaz.
Nasıl ki Türkiye’de işlenmiş diğer suçları sahiplenmiyorsak, o suçların işlenmemiş olduğunu iddia etmiyorsak, soykırım suçunun işlenmemiş olduğunu da iddia etmememiz gerekir. Toprak ve tazminat talepleri de zaten işlenmiş muhtemel suçların hukuki tanımından bağımsız olarak değerlendirilir.
Türkiye’nin 1915 trajedisi hakkındaki resmi pozisyonu bilinmezcidir. Bu yüzden de hukuki niteliğinin ne olduğunu bilinmeyen bir olay hakkında başkalarının karar vermesine karşı çıkar. Ama paradoksal bir şekilde olayın ne olmadığını söyler. Oysa resmi pozisyonunun gerçek anlamıyla sahiplenmesi bile bu sorunu aşmamıza yardımcı olacaktır.
Resmi görüş tarihi olayların hukuki niteliği hakkında siyasi organların karar veremeyeceği savı üstüne oturtulmuştur. Başbakan Erdoğan’ın 2005 yılında Ermenistan Cumhurbaşkanı Koçaryan’a yazdığı mektupta belirttiği gibi ortak bir tarih komisyonunun vereceği karar beklenmektedir.
Kararın sonucunun Türkiye tarafından kabul edileceği baştan taahhüt edilmiştir. Benzeri bir hüküm -şartlı olmamakla birlikte- 2009 yılında Zürih’te imzalanan protokollere de eklenmiş, tarih alt komisyonu kurulması karara bağlanmıştır.
Artık 1948 Soykırım Sözleşmesi’nin 2’nci maddesindeki niyet hükmüne referans vermek alışkanlığından da kendimizi kurtarmanın zamanı gelmiştir. Çünkü bilinmezciliğin ötesinde ortaya atılan her iddia muhataplarının Türkiye’yi inkârcı olarak algılamasına yol açmaktadır.
Evet, belki tehcir Yahudi soykırımı ile karşılaştırılamaz. Belki 1948 Sözleşmesi geriye işlese ve muhtemel suçlular hayatta olsa, onları yargılayacak Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri işlenen suçları soykırım olarak değil insanlığa karşı suç olarak adlandıracaktır.
Belki de suçlanan insanlardan bazıları aklanacak, adil bir şekilde yargılanmaları halinde bazıları soykırım suçunu işlemiş olmaktan hüküm giyecektir. Ancak burada önemli olan ve Türkiye açısından sorun olan, işlenmiş suçun niteliği değil, bu suç için savunmada kalmış olmasıdır.
***
Türkiye’nin kuruluş ideolojisi, kronik demokrasi açığı, insan hakları sorunları ve bir ölçüde de bu sorunun gündemimize terör eylemleri vasıtasıyla girmesi yanlış bir politikanın benimsenmesine, benimsenen yanlış politikanın da herkes tarafından doğruymuş gibi kabul edilmesine yol açmıştır.
Ayrıca, bizim 1915’te yaşanan insanlık trajedisine üzülmemiz, mesela “yaşananlar soykırım olsaydı biz özür de dilerdik” dememiz, diğer olayları görmezden gelmemiz anlamına gelmez. Kelbecer’de yaşanan trajediyi de anabiliriz, Tehcir’i de, zamanında Ermeni çeteleri tarafından öldürülen diğer imparatorluk tebaasını da...