Bir ‘Tahşiye’ mağduru “Boş yere 17 ay yattım” demiş. İnsan hakları savunucusu Muharrem Erbey, KCK davasından beş yıl yattı. Geçenlerde Kızılay’da bir kitapçı dükkanında karşılaştık. Yeni çıkan kitaplara bakıyordu. Ayaküstü sohbet ettik, bana Avrupa’da çok sayıda ödül aldığını söyledi.
Muharrem Erbey, Fırat Anlı, Hatip Dicle gibi yüzlerce Kürt siyasetçinin hayatından alınmış bir beş yıl..
Bu beş yıl, barışa ve demokratik siyasete, insan hakları mücadelesine harcanacakken, cezaevinde geçti.
Diğer davalarda da durum farklı değil. Büyük mağduriyetler söz konusu. Muharrem Erbey ve arkadaşları, savcılara başvursa, Tahşiye davasında karşılaştığımız tablo çıkar karşımıza.
Bu davalara adeta ulusal bir mutabakatla işlendiği besbelli Hrant Dink cinayeti davasını da ekleyin.
Maalesef, on yılı hukuk ve demokrasi adına heba etmiş yargıçlar.. Bir takım savcılar ve emniyet mensupları bu ülkeyle adeta dalgasını geçmiş.
***
Türkiye nihayet geçmişiyle yüzleşiyor ve hesaplaşıyor dediğimiz bir süreçte, uğradığımız bu hayal kırıklığına sebep olan nedir, bunu hiç konuşmayacak ve geçmişte bir şey olmamış gibi davranmaya devam mı edeceğiz?
İttihatçılıktan bu yana devleti tepeden ele geçirip, topluma düzen vermek, Türk siyaset hayatının en temel ilkesi oldu. Bu ilkeyi konjoktürel gelişmelere bağlı olarak, kimi silah zoruyla, kimi belli bir toplumsal meşruiyete yaslanarak, kimi gerektiğinde tabancayı çıkarıp masaya koyarak, kimi kuvvet komutanları ve ordu, yani darbeler üzerinden, ama belli ki, kimi de yargı ve kolluk kuvvetlerini kullanarak hayata geçirmek istedi.
Bir futbol sahası düşünün. Kalede devlet var. Sahada ise devletin kalesine gol atmak isteyen, bunun için birbirine çalım atan sıra sıra dizilmiş ‘siyasi takımlar’ var. Dini, ulusal, etnik ve sınıfsal formalarını giymişler, kendi aralarında zaman zaman kavga ediyorlar, sahada mücadele edecekleri takımı seçiyorlar, devletin imkanlarını kullanarak operasyonlar yapıyorlar ve devletin kalesi önünde kurulmuş bu kavga, özü itibariyle devletin gölgesinde ve bazen de açıkça himayesinde sürüp gidiyor ve müesses nizam bu şekilde işliyor.
AK Parti hükümeti bu müesses nizamı kucağında buldu. Hatta müesses nizamla mücadelede, nizamın en güçlü aktörlerinden biriyle-Gülen grubuyla kader birliği yaptı.
AK Partiyle cemaat arasındaki kader birliği, demokratikleşme ve özellikle Kürt sorununda yeni bir paradigma gelişirken ve Türkiye’nin özgüven duygusunu arttıran hadiseler peş peşe yaşanırken (On minute ve diğerleri gibi) çatırdamaya başladı.
Hükümetin Öcalan’la görüşmeleri başlatması, cumhuriyetin son isyancılarına ve bu isyanın parlamentodaki temsilcilerine karşı geliştirdiği tanıma siyaseti, Batı’yla ilişkilerde yaşanan anlaşmazlıklar hükümetle cemaat arasındaki ilişkileri bambaşka bir evreye soktu. Cemaat, kendi televizyonlarında yayına soktuğu dizilerde, Kürt sorununu çözmek için Ahmet Cem Ersever’i hatırlatan ‘yeni kahramanlar’ önerisinde bulunuyor, Öcalan ve PKK’yle sürekli mücadele konsepti öngörüyordu.
Cemaat veya paralel yapı bir sonuçtur. Kötü niyetli insanların şeytani zekalarıyla, birkaç emniyetçinin ve yargıcın marifetleriyle oluşmuş bir sonuç değil ama. Cumhuriyet dönemi Türkiyesinin karmaşık toplumsal yapısının ve sosyolojisinin siyasi istismarı üzerine taammüden inşa edilmiş bir sonuç..
Bugün, İttihatçılar, Kemalistler, memleketin ‘komünistleri’, ‘İslamcıları’ bu sonucu daim kılmanın peşindeler ve hep bir aradalar. İşin garibi Kürtler’i de ikna edip saflara çekmeye çalışıyorlar. Aralarında, ‘Ah şu Öcalan olmasa, her şey ne kadar da yolunda gidecekti’ diye düşünenler var.
Aralarında, PKK’li silahlı gruplar Türkiye’yi terk ettiğinde, gitmesinler diye dağlara çıkıp önlerine dikilen, göğsünü siper eden, arlanmaz, uslanmaz ittihatçılar var. Aralarında, İslamofobiye yakalanmış bir Fransız kadar İslamofobik ama pasaportunda TC yazan ‘ecnebiler’ var. Aralarında ‘Kürtlere nüfus planlaması’ öneren, Kürtlerle alışverişi yasaklayan ‘komünistler’ var.
Dolayısıyla karşımızdaki tablo, medya özgürlüğünün ihlali olarak anlaşılamayacak kadar vahim bir tablo. Türkiye binlerce kişinin mağduriyetine yol açmış siyasi davalar, daha doğrusu iktidar çatışmasında araçsallaştırılmış davalar üzerinden bir hesaplaşma yaşıyor. Normalleşmek için bu kaçınılmazdır. Ama bu normalleşme yaşanırken başta Ekrem Dumanlı ve diğer gazeteci-senarist-yazar, hiç kimsenin düşünce ve ifade özgürlüğüne helal gelmemelidir. Meşruiyet herkese lazım. Devlete de lazım, devlete ve bu hükümete karşı iktidar mücadelesi yürüten güçlere de..
Her şeyden tasarruf edilebilir ama düşünce özgürlüğünden ve meşruiyetten tasarruf edilemez.
Türkiye geçmişiyle hesaplaşacak ve demokrasimiz, siyasetimiz, siyaset yapma hakkını kullanırken başvurduğumuz yöntemler normalleşecekse, hiçbirimizin ayrıcalığı olmamalıdır.