Beşiktaş, maç başladıktan neredeyse yarım saat sonra yapabildiği ilk ciddi atağında, golü buldu. O ana kadar; üç büyük takımın İstanbul’da oynadığı maçlarda genel olarak takındığı, “Ben bu maçı bir şekilde alırım” havasındaydı... İstekli, baskın ve tempolu değildi.
Konyaspor da pek farklı görünmüyordu... Ligin sonlarında amaçsız kalmış takımların, kazansa da kaybetse de değişen bir şey olmayacağı sanki gereksiz bir maç havasında oynadı. Beşiktaş karşısında, en ufak bir beklentileri yoktu.
Rakip köfte olunca, yanına piyaz yapmak kolaylaştı. Gökhan Töre ve Oğuzhan’ın kişisel yeteneklerinden kaynaklanan avantaj, sahada kendini gösterdi. Güzel asistler, güzel goller oldu ama; mevcut futbol, ilk yarıda 3-0’a dayanan gösterişli skorun gerisinde kaldı. Öyle muhteşem bir Beşiktaş pek ortada yoktu. Bunun bir sebebi, karşısında rakip de yoktu. Konya’ya ilk yarıda dört tane şut atıp bunların üçü gol oluyorsa, başka ne denilebilir ki?
***
Bol keseden goller, medyayı takımı şımartmaya yönlendirir. Bursa galibiyetinden sonra yapılan yıkama-yağlama o denli amacını aşmıştı ki; gürül gürül giden takım (Gereksiz havaya girmekten) bir anda frene basmıştı. Bu defa medyadan önce davrandılar, belli ki devre arasında kendi kendilerine hava/gaz karışımı bir şişinme fıtsatı vermişler. İkinci yarıya böbürlenerek ya da rehavete kapılarak çıkmanın bedelini, yedikleri erken golle ödediler. Dahası, Konya amaçsız, uyuşuk, hımbıl futbolunu bırakmış; maça ortak olmaya başlamıştı. Rakip biraz diş gösterince, Beşiktaş’ın bocaladığı anlar oldu.
Tam bu sırada, Fernandes’in oyundan alınışına teknik bir anlam veremedim. Hoca skora mı güvendi, ona mı güvenemedi; anlamadım. Vardır Biliç’in bir bildiği...
Medyadan rica ediyorum; sıradan bir maçtı, Beşiktaş’a hak ettiğinden fazla yağ çekmeyin!