Yıllar, on yıllar önceydi.
Toplum dilsiz gibiydi.
Kendi seçtiği başbakanı asıyorlar; ses yok.
Cumhurbaşkanını zindana kapatıyorlar; ses yok.
Asılan başbakanın yerine seçilen başbakanı da iki kez deviriyorlar; ses yok.
Gençleri, hatta çocuk yaştakileri, yaşını büyütüp asıyorlar; ses yok.
Meclis’i kapatıyorlar; ses yok.
Sağcısıyla solcusuyla partileri kapatıyorlar; parti liderlerini hapsediyorlar; ses yok.
Demokratlara zulmediyorlar; ses yok.
İslamcılara zulmediyorlar; ses yok.
Sosyalistlere zulmediyorlar; ses yok.
Ülkücülere zulmediyorlar; ses yok.
Toplumdaki bu sessizliğe, bu suskunluğa olağanüstü tepkiliydim.
Toplumdaki “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışına tarifsiz ölçüde öfkeliydim.
Bir gün köşe yazımı şu cümleyle bitirdim.
“Susma, sustukça sıra sana gelecek!”
Benim bu cümlem zaman içinde kitleselleşti.
Kitlelerin seslendirdiği bir slogan haline geldi.
Tıpkı bir yazımdaki “Susma haykır, zulme hayır!” cümlesi gibi.
Tıpkı yine bir yazımdaki “Yılgınlık yok, direniş var!” cümlesi gibi.
Bu cümle 28 Şubat döneminin sloganı haline gelmişti.
Geçmişteki köşe yazılarım, yazı ile karikatürün birleşiminden doğan yazıkatür olarak adlandırılmıştı ve benim buluşum olan bu üslup, bu tür cümleler üretmeye elverişliydi.
Dünyadaki emperyalist-kapitalist düzenin değişmesini, yerine insanca, hakça adil düzen gelmesini isteyen bir yazımdaki “Bir şey değişecek, her şey değişecek!” cümlesi gibi.
Benim buluşum olan yazıkatür üslubuyla ürettiğim, kitlesel sloganlara dönüşmüş cümlelerim o kadar çok ki.
Neyse, bunları geçelim.
Ve yeniden toplumun suskunluğu, sessizliği konusuna, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışına gelelim.
İki kez darbeyle devrilmiş Süleyman Demirel ile bir gün baş başa sohbet ederken, kendisine “12 Eylül darbesinden sonra birlikte gözaltına alındığınız Bülent Ecevit ile sizi bir duvarın dibinde kurşuna dizselerdi ve bunu da televizyondan naklen yayınlasalardı, toplumun tepkisi ne olurdu” diye sormuştum.
“27 Mayıs darbesinden sonra Adnan Menderes idam edildiğinde toplumun tepkisi ne olduysa, yine o olurdu” cevabını almıştım.
Süleyman Demirel ile Bülent Ecevit, 12 Eylül darbesinden önce toplumun yüzde 80’inin oyunu almış iki liderdi.
Onların kurşuna dizilmeleri halinde bile toplumun suskun, sessiz kalacak olması kanaati ne kadar da hazindi.
Peki 28 Şubat döneminde Başbakan Necmettin Erbakan, darbeyle iktidardan uzaklaştırıldığında da toplum suskun, sessiz değil miydi?
Ancak toplumun suskunluğu, sessizliği bu yılın 15 Temmuz akşamında sona erdi.
Toplum seçtiği iktidarı devirmek isteyenlere karşı kimsenin beklemediği bir tepki verdi.
Toplum suskunluğunu, sessizliğini bozmuş, zincirlerini kırmıştı.
Ruhu coşmuş, kendini aşmıştı.
Ölümü öldürecek bir ruh halini almıştı.
Artık onlar mermilere kafa atandı.
Artık onlar tanklara tekme atandı.
Hatta mümkün olsa onlar, helikopterlere, uçaklara uçan tekme atacak olandı!
Onun içindir ki 15 Temmuz milat gibi bir tarihtir.
O tarihte toplumdaki teslimiyetçilik ruhu gitmiş, direnişçilik ruhu gelmiştir.
15 Temmuz bir devrimdir; bir zihniyet devrimidir.
Artık bu devrimi, “zalim kim olursa olsun ona karşı ol, mazlum kim olursa olsun ondan yana ol” anlayışını baş tacı yaparak taçlandırmak gerekir.