Muhalefet Suriye konusunda iktidarın ABD’nin dümen suyunda dolaştığı iddiasında; bunu akla düşürmek için kullandıkları en nazik sözcük ‘taşeron’... Suriye’ye girersek, ABD istediği için, onun ‘taşeronu’ olarak girecekmişiz...
Suriye’ye asker göndermeye ben de karşıyım; bunun, sonu meçhul bir macera olduğuna, Türkiye’nin uluslararası alanda elde ettiği kazanımları kaybetmesine yol açacağına inanıyorum. Ancak böyle bir maceraya gireceksek, bu, muhalefetin sandığı gibi ‘ABD istediği için’ olmayacak...
Hayır, ABD Başkanı Barack Obama kulağıma “Biz istemiyoruz” diye fısıldamış değil; ABD’nin Ankara Büyükelçisi Frank Ricciardone’yle görüşmüş ve böyle bir izlenim almış da değilim. Kısacası “ABD kışkırtmıyor” iddiam Amerikalı bir kaynağa dayanmıyor.
Tezimin temelinde basit bir akıl yürütme yatıyor...
ABD kendine-özel sebeplerle Irak’ı ve Irak üzerinden bütün Ortadoğu’yu fethetmek için yola çıktığında Türkiye’yi yanında görmek istedi. 1 Mart 2003 öncesinde istediği sonucu almak için bütün hatlarıyla saldırdı ABD, her yöntemi denedi. Karşı çıkanları itibarsızlaştırmak için medya aracılığıyla müthiş bir baskı uyguladı. 1 Mart tezkeresi hevesini kursağında bıraktı ABD’nin...
Evet, anladınız: Eğer Washington Türkiye’nin Suriye’ye fiili müdahalede bulunmasını isteseydi bugün, medyada 1 Mart tezkeresi öncesinde yaşananlara benzer bir baskı ve dayatmaya maruz bırakılırdık.
“Irak’a ikinci cephe açılmasına izin vermez, Amerikan askerlerinin ülkemiz üzerinden geçişini sağlamazsak mahvoluruz” diye hep bir ağızdan bağıranlar kimlerdi o dönemde ve aynı kalemler şu sıralarda Suriye konusunda ne yazıyorlar?
O günlerde tezkereye karşı çıkanlara hakaret yağdıranlar, şimdilerde sergilenen savaş-karşıtlığı dozunu yeterli bulmuyorlar. Geçmişte Irak’la ilgili tezkereyi hangi aşkla savunuyorlarsa, bugün de Suriye’ye askeri müdahaleye aynı aşkla karşı çıkan var içlerinde...
Washington’un Suriye konusunda teşvikçi olmadığını, Türkiye’nin komşu ülkeye askerlerini göndermesi için baskı uygulamadığı tablosundan çıkarıyorum.
Aynı tablodan çıkardığım bir şey daha var: Medyadaki bu çarpık durum, yani savaş çılgınlarının barış meleği haline dönüşmesi, hükümetin politikasını olumsuz etkiliyor... Ne yaparsa yapsın kendisini eleştirmesine, yerin dibine batırmasına alıştığı kalemlerin, şimdiki savaş-karşıtı tavırlarını da, aynı çizginin devamı olarak değerlendiriyor iktidar çevresi...
İktidardakiler, kendilerine yakın hissettikleri kalemlerin Suriye politikasına ihtiyatla yaklaşmalarını, daha ileri adımlar atılması tedirginliğini yazılarına yansıtmalarını anlamakta da -belli ki- zorlanıyorlar...
Medyamızın içinde debelendiği sefalet nelere yol açıyor, bir düşünsenize...
‘Yandaş-candaş’ ayrımı yapılıyor ya, aslında bundan daha derin ve daha vahim bir ayrım var bugün medyamızda: Her şeye rağmen gerçeklerin, doğruların peşinde olan, kimden gelirse gelsin yanlışlara karşı çıkanlar yerine, hep bir yerlere bakarak tavır belirleyen medya organları ve yorumcular var bizde... 1 Mart tezkeresinde işaret aldıkları başkent bu defa sessiz kalınca, medyada işarete bakarak tavır belirleyenlerin ‘muhalif olma’ damarları depreşti...
Olan da her zaman ve her durumda gerçeklerle doğruların peşinden koşanlara oluyor...