Suriye isyanının ilk gününden itibaren değişmez konu başlığı ‘rejim değişikliği’ oldu. Bu, bölgesel anlamda Suriye’ye ulaşan büyük değişim dalgasının kaçınılmaz sonuçlarından birisiydi. Ancak sıklıkla dillendirilen ve sorunun paydaşı haline gelmiş ülkelerin sürekli tekrarladığı ‘rejim değişikliği’ meselesi, Suriye’de krizin başında var olan bir unsur değildi. Özellikle krizin ilk ayı boyunca ne muhalefetten ne de bölgedeki ülkelerden gelmiş böylesi bir talep de bulunmuyordu. Suriye İsyanının önce siyasi çıkmaza, ardından krize ve sonrasında kanlı bir iç savaşa dönüşmesini sağlayan Esed yönetiminin, ‘rejim değişikliği’ tartışmasının da ana aktörü olduğu unutulmamalıdır.
Mart 2011’de ilk işaretlerini gösteren Suriye İsyanı, aslında bir isyan olarak başlamadı. Bu yönüyle Arap İsyanlarına göre oldukça tedrici bir seyir izledi. Ne Tunus’taki gibi birkaç hafta içerisinde kitlesel gösteriler haline dönüşerek yönetimin devrilmesi umut edildi, ne Libya gibi hızla silahlı bir çatışmaya, ardından da aynı hızla bir iç savaşa dönüştü, ne de Mısır gibi günlerce milyonların meydanları terk etmemesiyle doğrudan Mübarek’i hedefe koyan kişiselleşmiş bir devrim beklentisi oldu.
Suriye’de, 1980’lerden bu yana rejime dair trajik tecrübesi olan halkın ezici çoğunluğu, Baas yönetiminin nasıl kanlı bir süreci başlatabileceğinin tedirginliği ile hareket ettiler. Bunun yanı sıra, Beşşar Esed’in babasından devraldığı yönetiminde ‘makyaj düzeyinde kalan demokratikleşme’ havasının da esmiş olması, Suriye tecrübesinin Arap İsyanlarından farklı bir tonda başlamasına yol açtı. Hatta gerekli demokratikleşme adımlarını attığı takdirde, yapılacak ilk özgür ve adil seçimlerde, babasının bütün kanlı rejim geçmişine rağmen Beşşar Esed’in seçimlerden zaferle çıkacağı tahminleri de güçlü bir şekilde yapılmaktaydı.
Böylesi bir ortamda başlayan Suriye protestolarının ana ekseni rejim değişikliği ya da Esed’in gitmesi değil; aksine ‘sınırlı düzeyde demokratikleşme talebi’nden ibaretti. Bu konuda en ısrarlı baskıyı kuran ülkelerin başında ise Türkiye gelmekteydi. Ancak Suriye halkının bu yöndeki değişim taleplerini ‘Suriye’de bir rejim değişikliğine’ dönüştüren bizzat Baas rejiminin kendisi olmuştur. Bugün hâlâ ‘Suriye’de rejim değişikliği’ hedefinin son sürecin bir parçası olmadığının ifade edilmesi, kelimenin tam anlamıyla bir illüzyon dünyasına savrulmaktır. Zira başta Baas rejimi olmak üzere Suriye halkının değişim taleplerine aktif veya pasif direniş gösteren aktörlerin tamamı, Suriye’de kanlı bir rejim değişikliğini hayata geçirmişlerdir.
Daha önemlisi, bugün hayata geçirilmeye çalışılan siyasi sürecin de özünde rejim değişikliğinden başka hiçbir anlam bulunmamaktadır. Viyana-Riyad-New York üçgeninde hayata geçirilmeye çalışılan yol haritasının tek anlamı; kanlı Esed rejiminin ilk anda tabiatının, sonrasında da kendisinin değişmediği bir senaryoda geçmişteki kadük siyasi çözüm girişimleriyle benzer bir kader yaşamasının mukadder olmasıdır. Çünkü Annan planından Brahimi girişimine, Arap Ligi çabalarından Türkiye-Mısır-Suud-İran ortak zemin yaklaşımlarına, Suriye Dostları Grubu’ndan BMGK çabalarına varıncaya kadar ortaya çıkan ‘hükümsüz siyasi çözüm yaklaşımları’nın kaderi de aynı oldu. Suriye’de bırakın rejim değişikliğini, değişim taleplerini bile hükümsüz hale getiren eksenin anlamını çoktan yitirmiş olan ‘Suriye’de rejim değişikliği’ korkusu, anlamsız bir fobi olmanın yanı sıra muhalefeti mahkûm etmenin aracına dönüşmüş durumdadır.
Suriye’de rejim 2011’den bu yana bir değil, birkaç kez değişti. Gelinen son noktada, Suriye aynı anda çok sayıda devlet ve devlet dışı aktörden vekâletle ayakta tutulmaya çalışılan kanlı bir rejime dönüşmüştür. Bu acı gerçeği sindiremeyerek derin bir siyasetsizliğe gömülen aktörlerin hâlâ Suriye’de rejim değişikliği endişesinden bahsetmesi, son beş yıl boyunca Suriye’nin yaşadıklarına dair sürreel dünyalarını ele vermektedir. Bu noktada Viyana süreciyle birlikte, Suriye’de sürmekte olan durumu değiştirecek hangi başlığın Suriye’de rejimi değiştirmeyeceğine dair tutarlı bir cevap verilmesi mümkün değildir.