Türkiye’nin İran ve Suriye ile ilişkileri son 1 yılda adeta tepe taklak oldu. Dostluk ve işbirliği mesajlarının yerini tehdit ve çatışma dolu bir dil aldı. Hem Tahran, hem de Şam yönetimleri değişim konusunda Türkiye’yi taraf değiştirmekle suçluyor. Bazı Türk siyasetçiler ve yazarlar bile Türkiye’yi tamamen Batı’nın (hatta İsrail’in) yanına geçmekle itham ediyor. Bu bağlamda yeni Türk dış politikasının tutarsızlığından bahsedenler de var.
Öncelikle Suriye ve İran politikalarının eleştirilebilecek yönleri olduğunu kabul etmek gerekir. Bazı haller var ki öngörmek gerekirdi. Ayrıca İranlıların iyi polis-kötü polis oyununu ne kadar iyi oynadığını yeryüzünde en iyi bilmesi gerekenler Osmanlı’nın çocuklarıdır herhalde. Diyeceğim o ki ne Suriye’deki çöküş, ne de İran’la ilişkilerde yaşanan samimiyet sorunları Türkiye için çok da sürpriz olmamalıydı, ihtiyat payı bırakılmalıydı. Ancak tüm bu gerçeklere rağmen yine de Türkiye’nin taraf değiştirdiğini, Türk dış politikasının bu iki ülke ile ilişkilerinde 180 derecelik bir sapma yaşadığını söylemek mümkün değildir.
***
Suriye ile başlarsak, Türkiye Suriye’yi Batı’nın hışmından koruyabilmek için ciddi riskler almıştır. Amerika’nın tehditlerine rağmen bu ülkenin Cumhurbaşkanı da, Başbakanı da, Dışişleri Bakanı da ABD’ye meydan okurcasına Şam’ı ziyaret etmişlerdir. Irak’tan sonra Suriye de Bush ordularınca işgal edilmemişse bunun en önemli nedeni Türkiye’nin Suriye’nin arkasında tavizsiz bir şekilde durmasıdır. Ancak unutmamak gerekir, Türkiye o yıllarda da Suriye’ye “senin rejimini onaylıyorum, seni olduğun gibi kabul ediyorum” dememiştir. Tam aksine Suriye Türkiye ile ilişkiye girerken daha başından rejimini, ekonomisini ve daha pek çok yönünü değiştirmek zorunda olduğunu kabul etmiş, Türkiye de Suriyelilere reformlar için süre vermiştir.
Türkiye değişim taleplerini öylesine net bir şekilde belirtmiştir ki bazı Suriyeli yetkililer “evet bizim ülkemiz diktatörlüktür” demek zorunda kalmışlardır. Hatta bir Türk gazeteci Devlet Başkanı Beşar Esad’ın yüzüne “bu diktatörlüğe ne zaman son vermeyi düşünüyorsunuz” diyecek kadar ileri gidebilmiştir. Başka bir deyişle Türkiye ne Esad rejimini onaylamıştır, ne de Suriye’nin çağ dışı ekonomik ve siyasi sistemini tasvip etmiştir.
Bu noktada değişen Türkiye değil, Suriye’dir. Suriye değişim için gerekli altın kıymetindeki zamanı iyi değerlendirememiştir ve Arap Baharı’na hazırlıksız yakalanmıştır. Buna rağmen Ankara hemen tavır değiştirmemiştir. Ne zaman ki Esad gemilerden şehirleri vurmaya başlamıştır, ne zaman ki tanklar ve uçaklar kitleleri ayrım gözetmeksizin bombalamaya başlamıştır, işte o vakitten sonra Suriye’ye zaman tanıma imkânı da kalmamıştır.
***
İran’a gelirsek, mevcut hükümet İran konusunda beni dahi hayrete düşürecek kadar sabırlı ve şefkatli davranmıştır. Türkiye, İran’ı Batı karşısında nükleer çalışmalar konusunda hep korumuştur. Üstelik bu kadar riskli bir kollama İran’ın bu konudaki sözlerinde samimi olmadığını bilinmesine rağmen gerçekleştirilmiştir. Çünkü Türkiye İran’ı kazanmayı ve bölgesel işbirliğini İran’ın nükleer güç olmasından daha hayati bir konu olarak görmüştür. Türkiye, İran için risk almada o kadar ileri gitmiştir ki, BM Güvenlik Konseyi’nde bu uğurda Brezilya ile birlikte tüm dünyaya meydan dahi okunmuştur. O günlerde de söyledim, bugün de tekrar edebilirim, İran yönetimi bu risklere değmezdi. Fakat Hükümet benden daha cesur çıktı ve her türlü riski bölge barışı için üzerine aldı.
Bazılarının iddia ettiği gibi Cumhurbaşkanı, Başbakan veya Dışişleri Bakanı o günlerde İran’a veya Suriye’ye karşı safça hareket etmediler. Kendileriyle yaptığım görüşmelerde bu ülkeler ile ilgili olarak benden çok da farklı düşünmediklerini tespit etmiştim. Ancak asıl mesele barışa ve bölgenin birleşmesine bir şans verebilmekti. Türkiye bu şekilde Müslüman ülkelerin çatışma kültürüne bir son vermek istiyordu. Ne yazık ki ne İran, ne de Suriye bu şansı iyi kullanamadı ve döndük yeniden başa.