(Önce bir NOT: Önceki yazımın başlığı da böyleydi ve yazıya niçin bu temenniyle girdiğimi de hemen ilk paragrafta, ‘Çünkü böyle bir savaş, iki rejimin değil, iki müslüman halkın savaşması gibi bir görünüm ortaya çıkarır ki; emperial -şeytanî güçler bundan ancak zevk alırlar.’ şeklinde açıklamıştım. Çünkü, Hz. Peygamber (S), ‘Savaşı istemeyiniz, ama, geldiğinde de kaçmayınız..’ buyuruyor.
Gerçi bugünkü dünyada savaş deyince topyekûn savaş anlayışı hâkim olup, sadece karşı tarafı imhâ etmeyi, öldürmeyi hedef alan askerî savaş değil, ekonomik, kültürel, psikolojik ve de propagandaya dayalı savaşlar da vardır ve savaşlar bazan bu yollarla da kazanılır. Amma, düşman tarafın asker veya diğer insanlarını öldürmeyi hedef alan askerî savaş, diğerleriyle mukayese edilemeyecek kadar ağırdır. Çünkü, savaşta zarar gören diğer bütün unsurlar, kayıplara rağmen tekrar ayağa kaldırılabilir, ama, ölen insanları hayata döndüremezsiniz.
‘Fakir’, bu anlayışla hele de müslüman halkların başındaki rejimler arasında verilecek bir savaşın daha bir acı olduğuna işaret etmek için o temennimi dile getirdi. Çünkü, her iki tarafın halkları da, kendi kayıplarını ‘şehîd’ diye uğurlayacaklar, iki taraf da Müslümanlık iddiasını esas alacaklardır; hele de savaş esnâsında..
Ve karşı tarafta, Suriye’de emperial ve şeytanî güçlerin kuklası olan biri var.
Nitekim, önceki yazının devamında da, ‘Neron’ örneğini verilmiş ve ‘Suriye ülkesini ve zavallı müslüman halkını Baas ideolojisi ve Baas Partisi’nin ve de kendi hanedanının yarım asrı geçen tahakkümünü sürdürebilmesi için mahv’u perişan ve virân eden Beşşâr Esed’in geldiği nokta da, karşımıza bir modern Neron tipi çıkarmaktadır’ denilmişti.
Buna rağmen, bazıları, İdlib’de yaşanan, daha doğrusu Rusya’nın ve İran’ın oynattığı, ama perde önünde, -ülkesinin istiklâlini korumak için çırpınıyormuş gibi bir görüntüyle- Beşşâr Esed’e eliyle yaşatılan büyük dramın etkisiyle olmalı ki, o yazımı Esed’i yüreklendirici ve onun karşıtlarını ise pasifleştirici mahiyette görmüşler.
Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’na sokan tecrübesiz İttihad-Terakkîci’ciler, elden çıkan vatan topraklarını geri almak ümidiyle güzel hayaller ve coşkun heyecanlar içindeydiler. Sonunda ise, her şey buharlaştı.
Ben o temennimi, global çapta oynanan büyük oyunun farkına varılması için tekrarlıyor ve birilerinin beni korkaklıkla suçlamalarındaki sığlığa ise gülüp geçiyorum.
Evet, bu hatırlatıştan sonra, evvelki yazının devamı mahiyetinde, ‘üzerinde yaşadığımız bu Ortadoğu coğrafyasındaki mes’eleleri anlamak için, sadece şu son 70-75 yıla olsun, dikkatlice bakılmalı..’ gerekçesiyle yapılan kısa bir hatırlamaya, son yazının son paragrafını tekrarlayarak devam edelim:
SURİYE’Yİ İRAN’A, ‘BAAS LİDERLİĞİ’ İHTİLAFI YAKLAŞTIRMIŞTI!
Suriye’den sonra, 1968 yılında, ikinci bir arab ülkesinde, Irak’ta da bir Baas rejimi iktidara gelmişti. Hedef ise, bütün arab ülkelerini tek bir Baas ideolojisi ve liderliği altında toplamaktı.
Ancak, şimdi de, Irak-Suriye arasında bir Baas liderliği mücadelesi başlıyordu; Baas ideolojisinin öncü/lider ülkesi olmak ideali etrafında Suriye’yle daha doğrusu Hâfız Esed ile Irak’ın fiilî lideri Saddam arasında.. Saddam, Devlet Başkanı Yard. idi; Hâfız Esed ise, Devlet Başkanı idi ve öyleyse, liderin kim olacağı ve olduğu belliydi..
Ama, Irak petrol zengini idi ve daha güçlü bir genç beyin nüfusuna dayandığı da varsayılıyordu.
Bu liderlik rekabeti, iki ülkenin arasını ciddî şekilde açmış, aralarında deriiin bir uçurum meydana gelmişti. (Hattâ, o kadar ki, 2. Abdulhamîd zamanında yapımına başlanan, ‘3 B’ diye anılan ‘Berlin- Bosphore (İstanbul Boğazı) -Bağdad’ demiryolunun Suriye kısmından trenler bile geçirtilmeyerek, o hat fiilen kapanmıştı.)
VE İRAN’DA 1979 MEYDANA GELEN VE DENGELERİ ALT-ÜST EDEN BÜYÜK İNKILAB VE DE 8 YIL SÜRECEK OLAN ‘İRAN-IRAK SAVAŞI..’
Ve 1979’da İran’da Şah’ın devrilmesi ve ‘ulemâ’nın iktidara gelmesiyle sonuçlanan bir inkılab olup, dünya ve hele de Ortadoğu siyasetini derinden sarsınca sonra Saddam, Irak’ın ‘Şah İranı’ karşısında yaşadığı ezikliği gidermek için o iktidar boşluğundan faydalanmak istedi ve 22 Eylûl 1980 günü, İran’a saldırıverdi. Ve, ‘savaşı ve İran’ı 7 günde bitireceğini’ söylemişti, saldırıdan bir hafta önce Bağdâd’a gelen Fransa başbakanı Jacques Chirac’a..
Suriye için bir fırsat doğmuş gibiydi. Çünkü Saddam’ın savaştan zayıflayarak çıkacak, Baas ideolojisinin ve partilerinin liderliği Şâm’ın üzerinde kalacaktı.
Elbette başka hesapların yanında, bu hesabın da sevkıyle, Hâfız Esed Suriyesi, Irak’a karşı İran’ın yanında yer aldı.. Bütün arab dünyası o savaşta, Saddam’ı desteklerken, Suriye tek başına İran’ı destekledi. İran da, o savaşta kendisine destek veren bu tek arab rejimine yıllarca parasız petrol verdi ve diğer malî yardımlarda bulundu.
Halbuki, yeni İran Yönetimi, Baas ideolojisini ‘laik-kafir bir ideoloji’ olarak niteliyor ve bu nitelemeyi Saddam için devamlı kullanıyordu.
Ama, şia’dan ayrılan ve ‘7 İmam Mezhebi’ olarak anılan ‘İsmailiye’nin Suriye’deki takipçilerine verilen isim olan ve de Hâfız Esed’in de mensubu olduğu Nusayrîlik mezhebini sadece ‘12 İmam Şiâsı karşıtı’ değil, İslâmdışı da kabul eden İran’daki İnkılab Yönetimi Suriye yönetiminin hem Baas ideolojisine, hem de Nusayrîlik inancına bağlı olduğunu o savaş şartları içinde hatırlamıyor ve ‘denize düşenin kendisine uzanan eli itmemesi’ misali, onunla ittifak kuruyordu.
SADECE VEFÂ DUYGUSU MU, YOKSA, RUSYA EMPERYALİZMİNİN PEŞİNE TAKILMAK ZAVALLILIĞI MI?
İran, Suriye’deki Baas rejiminin bu iyiliğini unutmadı.. Arab ülkelerindeki diktatörlük ve tek kişi rejimlerine karşı ortaya çıkan ‘halk patlamaları’, Tunus’daki 55 yıllık, Mısır’daki 60 yıllık, Libya’daki 42 yıllık ve Yemen’deki 35 yıllık rejimleri birkaç hafta devirdiğinde.. Ve o ‘halk patlamaları/ protestoları’ Suriye’ye de varınca, aynı sonucun artık kaçınılmaz olarak; -ömrü yarım asrı geçen- Suriye Baas rejimini ve (Baba/Oğul) Esed Hanedânı’nı da devşireceği beklenirken..
İran ve Lübnan’daki güç odağı ‘Hizbull…’ örgütü devreye girdi ve iftiharla, ‘Eğer biz olmasaydık, Beşşar Esed rejimi iki gün dayanamazdı..’ diyerek, milyonların felaketini, bir milyonu aşkın insanın katledilmesinin yolunu daha bir açtı ve kendi gücü yetmeyince de.. Rusya’yı bizzat Suleymanî eliyle Suriye’ye davet etti ve bugün Rusya, Suriye’deki satranç oyununun baş oyuncusu olarak İran’ı da kullanıyor; Beşşâr Esed’i de, ‘Hizbull…’ örgütünü de.. Ve Türkiye’ye ise, arada bir imkânlar sunarak, onu NATO dünyasından uzaklaştırmanın ve hattâ koparmanın hesapları peşinde..
Amerikan emperyalizmi ve NATO dünyası ise, Türkiye’nin Rusya’yla irtibatını tamamen koparıp kendi kucaklarına eskisi gibi dönmesini bekliyor. Nitekim, Türkiye’ye devamlı oyunlar oynayan USA Dışbakanı Pompeo ise, şimdi, ‘Türkiye’nin yanındayız..’ diyor. Ki, Pompeo’nun, henüz siyasete atılmadan önce de, ‘müslüman dünya ve İslâm ile nasıl bir hesaplaşma içinde olunması gerektiği’ üzerinde yaptığı konuşmalar bilinmiyor değil..
***
İdlib denilen küçük bir mıntıkaya sıkışmış bulunan milyonların perişanlık ve faciası, ne Rusya’nın derdinde, ne de İran’ın ve Beşşâr’ın; ne de Amerika’nın.. Çünkü, onların hepsi de, oradaki halk ile temelde farklı bir dünyaya aid olduklarını düşünüyorlar ve onların acılarından iktidar devşirmeye çalışıyorlar.
Beşşar rejimi güçlerini Türkiye’nin askerleri üzerine saldırttıranların kim olduğu bilinmiyor değil..
Rusya ‘Evet’ demeden, Suriye rejiminin adım atması mümkün değil bugün.. İran ise, ‘işgal altında veya terör odaklarının elinde olan vatan topraklarını kurtarmak için silah kullanmasının Suriye rejiminin hakkı olduğu’nu açıklıyor.
Daha dün, ‘İdlib’ konusunda uzuuun bir yorum yazan ‘tabnak’ sitesi, orada Baas rejimine ve onun müttefiklerine direnen herkesi ‘terörist’ ve Türkiye’yi de o ‘terör örgütlerini destekleyen bir devlet’ olarak niteliyordu. Rusya da aynı mânâya gelen lafları daha diplomatik laflarla ifade ediyor.
Çok karmaşık, çetin, zor bir dönemden geçiliyor.
Allah’u Tealâ, şu veya bu ülkenin veya rejimin çıkarı için değil, Haqq ve adâlet ölçüleriyle hareket edenlerin yardımcısı olsun, idrak, basîret ve ferasetlerini arttırsın.
‘HEZEYAN..’ DENİLİP GEÇİLEBİLİR Mİ?
Ve, son bir NOT: Bir mezhebin tebliğini yapmanın da ötesinde, saçma-sapan iddialarla acaip propagandalar yapan bir tv. kanalında bir kişi konuşuyor bağıra-bağıra; dinleyecilerini efsunlamaya yönelik bir takım laflarla.. Bununla yetinmeyip, hattâ, 15 Temmuz Darbe Hıyaneti’nde büyük fedakârlıklar yapmış, yüzlerce kurban vermiş, binlerce yaralı vermiş bir müslüman halkın bütün yaptıklarını da yok sayarak sözü Qaasım Suleymanî’ye ve onun ‘15 Temmuz Darbe Hıyaneti’ gecesinde, ‘Türkiye’yi o darbeye karşı savunmak ve o darbeyi etkisizleştirmek için yaptığı kahramanlıklar’a (!?) getiriyor.
Gülüp geçebilirsiniz, ama, o bununla yetinmiyor; ‘Halkımızın o gece sergilediği fedakârlıkların ve ödediği bedellerin hepsi bir araya toplansaymış; eee?.. Evet, bütün bunlar, o gece Suleymanî’nin Türkiye’yi savunmak için yaptıklarının yüzde biri kadar bile etmez’miş!!..
Ve iddiasının doğruluğuna inandırmak için, ‘Benim bu konuşmamı devletin istihbarat sistemi dinliyor, CIA dinliyor.. Yalansa, yalan desinler..’ diyor.
Ama, bu konuşmayı yapan kişi, birileri kendisini yalanlayacak olsalar, ciddiye alınmış olmaktan bile mest olup, o yalanlayan resmî makamların ve istihbarat örgütlerinin yalanlamasından kendisine bir pay çıkartmak isteyeceği hissediliyor.
Bu konuşmanın videosu bana da gelmişti, sosyal medyadan... Acı bir tebessümle gülüp geçmiştim; amma, işin başka bir tarafının olduğunu, İran’dan bir çok dostun, aynı videoyu farsça alt-yazılı olarak benimle, ‘Gerçek mi bu?.. Vayy be, meğer neymiş? Ne dersin?’ sorusuyla paylaştıklarını görünce anladım. Bazıları o alt-yazıyı okuyunca, ‘Yahu, bu Suleymanî neymiş?’ demişlerdir elbette..
***
Halbuki, 15 Temmuz 2016 gecesi, henüz saat 24.00 olmadan, Suleymanî’nin de üzerinde derin etkisi bulunan İnkılab Muhafızları Ordusu’nun internet sitesi ‘tabnak’, o darbe haberini, ‘Türkiye Ordusu Erdoğan’ı devirdi..’ (Arteş-i Turkiye Erdogan ra sernegun kerd!) başlığıyla veriyor ve aradan yarım saat geçmeden, ‘Erdoğan’ın niçin devrildiği’ne dair yayınlanan bir yorumda da, ‘hamaqât’ gibi bir çirkin sıfat kullanıyor, ‘Onun Osmanlı’yı ve Hılafet’i ihya etmek istemesi yüzünden devrildiği’, aynen emperial dünyayla söz birliği halinde dile getiriliyordu. Ki, o zaman BM’de USA Baştemsilcisi olan John Bolton da o saatlerde aynı lafları kullanıyordu.
Ama, sabah olup, o darbe hıyaneti, müslüman halkımızın, dik duran bir lider etrafında kenetlenip, ‘Allah’u Ekber sadâları ve dualarıyla ve de büyük fedakârlıklarıyla kırılınca, aynı int. sitesi, ‘Yoksa, bu darbe, Erdoğan’ın bir oyunu mu idi?’ diyordu.
Daha sonra ise, herkes zaferden kendisine bir pay çıkarmaya çalışacak, M. Cevad Zarif gibi İran’lı yetkililer ‘O gece sabaha kadar uyumadıklarını; Rusya ise, darbenin kemalist güçler eliyle kırıldığını iddia edecek; Amerika ve NATO dünyası ise, hayal kırıklığı içinde çelişkili beyanlarda bulunacaklardı.