"Normalde böylesi büyük bir vahşet karşısında bir siyasiden beklenen, lafı dolaştırıp ‘Hayır, 7.000 kişi öldürmek de ne demek? Siz neden bahsediyorsunuz? Bu sadece Suriye düşmanlarının propagandasıdır. Biz sadece birkaç yüz asiyi etkisiz hale getirdik’ demesidir. Fakat Rıfat (Esed) Hama’da ne yaptığını çok iyi biliyordu. Arkadaşımın aktardığına göre, Lübnanlı iş adamına şöyle demişti: ‘Neden bahsediyorsun? 7.000 mi? Hayır, hayır. Biz 38.000 kişiyi öldürdük.” (Thomas L. Friedman, From Beirut to Jerusalem)
Bu alıntı, 2-3 Şubat 1982’de Hama’da yaşanan ve 34. yıldönümüne girilen katliama dair en çarpıcı itiraflardan birisi. Suriye isyanının ilk aylarında ise kulaktan kulağa dolaşan en yaygın söylenti, Beşşar Esed’in başta annesi olmak üzere aile fertleriyle yaptığı bir toplantıya aitti. Söylendiğine göre Esed ve annesi, Hafız Esed’i hatırlatarak “Hama’da 40.000 kişi öldürdük. Şimdi 100.000 kişi öldürüp derslerini vereceğiz” demişlerdi. Bu söylentiyi o kadar çok farklı yerde ve o kadar çok farklı kişiden duyuyordum ki, Hama üzerinden mesaj vermenin ne denli etkili olduğunu anlamak için yeterli oluyordu. Söylentinin doğru olup olmaması bir yana, Esed rejimi bütün Suriye’yi Hama yapma hedefini son beş yılda hayata geçirdi.
2 Şubat 1982’de Hama katliamında yaşananlar ve daha önemlisi bu katliama verilen tepkilerle, Mart 2011’de başlayan Suriye isyanı arasında benzerlikleri aşan bir ünsiyet var. Öncelikle, 1982 Hama’nın ‘vahşetinden daha çarpıcı olan yönü’ katliama yapılan karartmadır. Dünya Hama’da yaşanan katliamı günler sonra ancak duyabilmiş, aylar sonra fark etmiş ve ancak 1983 ortasından itibaren detaylarına ulaşılabilmiştir. Lakin işin hazin yanı, bugün Suriye’deki katliamlara karşı gösterilen duyarsızlığın, 1982’de Baas rejiminin yaptığı karartmadan farksız oluşudur.
Hama katliamına verilen tepkilerdeki aktörlerin pozisyonunu da -Türkiye hariç- son Suriye krizinden ayırt etmek mümkün değildir. Hatta Hama katliamına dair herhangi bir tarihsel anlatımı okuduğunuzda, 1982’yi metinde bir an görmezden gelseniz dahi, aynı vahşetin 2012’de ya da 2015’te birebir yaşandığı şeklinde anlaşılması maddi bilgi düzeyinde sıkıntılı bir durum ortaya çıkarmaz.
Bu denli tekrar eden vahşetlere, bölgeden ve uluslararası aktörlerden gelen tepkiler de benzerliklerini koruyor. Özellikle İran’ın, en az Esed rejimi kadar ve deja vu oluşturacak düzeyde pozisyonunu koruduğunu görürsünüz. Hama katliamı sonrası tıpkı Suriye isyanında olduğu gibi ‘Siyonistleri’ işaret eden İran medyası ile 1960 ve 70’lerde Lübnan’da savaşmış ve ‘Suriye Mafyası’ olarak bilinen ekibin de devrimle birlikte belirleyici bir konuma ulaşmasıyla, Baas rejimini destekleyen pozisyonu inşa ettiler.
Suriye isyanının Hama katliamına rağmen hayata geçmesi de başlı başına önemli bir konudur. Zira Hama’nın Suriye’de oluşturduğu travmaya rağmen, Suriyelilerin Baas rejimine karşı isyan edebileceğine ihtimal verilmiyordu. Ancak Irak işgalinin fay hatlarını kırması ve Arap İsyanlarının domino etkisiyle, Suriyeliler Esed rejiminin ne kadar ileri gidebileceğinin fazlasıyla farkında olarak ayağa kalktılar.
Bu durumu, isyanın ilk aylarında önemli muhalif figürlerle muhatap olan hemen herkes tespit etmiştir. Yukarıda zikredilen ‘söylenti’, genel olarak o dönem bir ‘korku unsuru’ olmaktan ziyade ‘motivasyon ve yüzleşme imkânı’ olarak dillendiriliyordu.
Sonuç itibarıyla, 20. yüzyılı ‘Hama hafızası’ ile tamamlayan, 21. yüzyılın başında ise çok daha büyük acılara düçar olan Suriye, Hama katliamından 34 yıl sonra ağır bedellerle de olsa Esed rejimi eksenine teslim olmadı.
Mart 2011 öncesi, muhalif olarak bilinmenin büyük bir maliyet olduğu Suriye’de, aktif bir muhalefetin oluşması ve bunun direnişe dönüşmesi bile ihtimal dâhilinde görülmüyordu. Bugün tıpkı Hama’da olduğu gibi, Batı’nın karartması, Rusya-İran eksenin tam teşekküllü desteği ve DAİŞ gibi devrim karşıtı tahripkâr bir unsura rağmen, Suriye muhalefeti varlığını koruyor. Sorunun kısır döngüye ve büyük bir insanlık krizine dönüşmesine rağmen, Suriye’nin tekrar Hama sonrasına dönmesi ise artık mümkün değil.