Yukarıdaki başlık, daha ilk günden, Mart 2011’den beri gelişmeler ne olursa olsun ve neredeyse hiçbir mantıksal ve ahlaki tutarlılık sorumluluğu hissetmeden tekrarlanan bir klişe. Elbette bir dış politika tercihi sorgulanabilir, değişmesi istenebilir. Buraya kadar bir sorun yok.
Lakin “Suriye politikası değişmeli” yaklaşımını bir klişe yapan nokta, dile getirilenlerin büyük ölçüde totolojiden ibaret olması. ‘Nedir’ diye bu başlıklara baktığımızda, yani ‘neler değişmeli’ diye sorduğumuzda, verilen cevaplardaki tutarsızlıkları bir kenara bırakırsak, karşımıza kabaca benzer tezviratların dillendirildiği bir liste çıkıyor.
Bu listede, “Suriye ile ilişkilerimiz bozulmasaydı, bunlar olmazdı”, “Esed’le iyi geçinseydik, bu kriz ortaya çıkmazdı”, “sınırlarımızı Suriyelilere açmasaydık, başımıza dert almazdık” ya da ‘Baas rejiminin karşısında durmasaydık’ önermeleri başı çekiyor.
Türkiye’ye, ‘coğrafi olarak Norveç’e komşu, siyasi olarak Lüksemburg’ muamelesi yapan ‘yaygın’ zekâ düzeyini ise bir tarafa bırakıp listeye dâhil etmeyelim. Bu düzeyi daha vahim hale getiren birtakım gelişmeleri, örneğin IŞİD’in devlet sevdasına düşüp Hilafet ilan etmesini, Baas destekli etnik bir arındırma ile Kanton ilan eden PYD’yi, hatta neredeyse Türkiye’nin kendilerine devlet kurması talebini de şimdilik bir kenara bırakalım.
Listeye baktığımızda kabaca üç argüman olduğunu görüyoruz. Birincisi, Türkiye’nin sınır güvenliğinin sağlanması. İkincisi, Türkiye’yi doğrudan tehdit eden unsurlarla aktif mücadele. Üçüncüsü ise siyasi bir çözüm bulunması.
Sonuncu yaklaşımdan başlayacak olursak; Suriye krizini medya okuryazarlığı düzeyinde takip eden hemen herkes bilir ki, Esed rejimine bir çözüm umuduyla önerilmemiş ve Baas rejiminin de reddetmediği bir tek ara formül kalmamıştır. Krizin ilk gününden itibaren, Suriye’de sorunun kanlı hale gelmesini sağlayan her aşamada en aktif aktör bizatihi Esed rejimi olmuştur. Arap Ligi’nden Annan Planı’na, Brahimi girişiminden Türkiye-Suud-İran-Mısır girişimine, Suriye’nin Dostları toplantılarından BM’deki girişimlere kadar, 2011’den bu yana tüm önerileri ya reddetmiş ya da kabul ettiği ve söz verdiği hiçbir anlaşmaya en düşük düzeyde bile sadık kalmamıştır.
Suriye’de Türkiye’yi tehdit eden grupların tamamıyla doğrudan ve dolaylı mücadele devam etmektedir. Bunların başında IŞİD gelmektedir. Musul Konsolosluğu’ndaki rehine hadisesiyle birlikte bu mücadele çok daha aktif hale gelmiş, IŞİD’i konforlu bir bela olarak kullanan ülkelerin aksine, Türkiye doğrudan mücadele etmeyi tercih etmiştir.
Bu politikanın daha aktif hale gelmesi ise ancak doğrudan askeri müdahale ile mümkündür. Türkiye’nin doğrudan müdahalesine en fanatik şekilde karşı olanların, mucizevi bir formülle ‘müdahil olmadan müdahale edilmesi’ gerektiğini dillendirmelerinin, mantıksal ve askeri bir tutarlılığı bulunmamaktadır. Ancak IŞİD’e karşı verilen mücadeleyi, tam bir dezenformasyon merkezi olarak IŞİD’e destek olarak sunmaktan kendini alıkoyamayanları ve realiteyle yüzleşmek istemeyenleri ikna etmek mümkün değildir. Zira tezkereye en fanatik şekilde karşı çıkanların nasıl bir tablo ortaya koydukları hâlâ zihinlerimizde canlıdır.
Son olarak, Suriye krizinin daha ilk aylarında sınır güvenliği için ‘tampon, güvenli veya uçuşa yasak bölge ilan edilmesi’ politikasını Türkiye ısrarla tekrarlamıştır. Bu politikaya da sonuna kadar karşı çıkıp, bin kilometreyi bulan sınır güvenliğinin nasıl çok az açıkla hayata geçirileceği bir muammadır.
Bu üç başlığın dışında, somut olarak değişmesi ya da pratiğinin derinleşmesi istenen öneri de ortada görünmemektedir. Değişmesi istenenlerin yerine neler yapılması gerektiğine dair ise somut tek bir cümle duymak imkânsızdır. Güvenli bölge olmadan sınır güvenliğini, doğrudan veya dolayı müdahaleye devam etmeden IŞİD’le mücadeleyi, ortada Suriye devleti veya muhatap olmadan siyasi çözümü nasıl hayata geçireceklerini “Suriye politikası değişmeli” klişesini ağzına sakız yapanlardan duymak gerekiyor. Bu soruya ise genellikle Kılıçdaroğlu’nun şu cevabı geliyor: “Bizim Suriye ile ne sorunumuz var?”