Herkes kimin ne olduğunu biliyor aslında.
Ne demiş İbn'ül Emin Mahmud Kemal... "İnsan, ahlakından ve ef'alinden mes'ul olur. / Aslında bu söz "zatına değil ef'aline bak" İslam itikadının ve hukuk ilkesinin şerhinden ibaret.
Bir de atalar şöyle demiş... "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz."
Ne var ki nice zamandır tarihin kıyısında muhayyilesi daraltılmış bir ülkenin, afaziye kapılmış dilinin fragmental açmazında boğuşup duruyoruz.
Hafıza oluşturamıyoruz işte.
Ya da hafızanın sorumluğundan kaçmak için küçük çıkarları mes'eleye dönüştürüyoruz.
Biz kimin nerede ne cürüm işlediğini, kimin kiminle geçmişte koyun koyuna yattığını da çok iyi biliyor, bugünkü söylemlerine karşı da ihtiyat payını geniş tutuyoruz.
Ulusalcılık ve Avrasyacılık perdesiyle Rusçuluk ve Çincilik yapanları, sözde ümmetçilik adına İrancılık yapanları, demokrasi adına terör sözcülüğüne soyunanları, Amerikancıları, Siyonist uşaklarını çok iyi biliyoruz.
Bu güruh konuştukça, yazdıkça müteyakkız bir Türk olarak Muallim Naci'nin "Ef'âl-i zâlimâneyi tâkip eder nedem" mısraı beynimin içinde dönüp duruyor.
Böyle uzun bir giriş yapmak zorundaydım, çünkü, Halep'in geri alınışı(!) ile başlayan tartışmalara şöyle bir bakıyorum da Türkiye'ye pusu kuran kurana.
Sadece bize mi kuruluyor pusu?
Hayır... Süreç kontrolden çıktı. Ve olanların bizzat kendisi pusu.
Bu öyle bir pusu ki, Kemal Tahir'in Büyük Mal kitabında yer alan bir cümleden mülhem, "pusuya düşenin ölmesi hedeflenirken pusuyu kuranın da kurtulması mümkün görünmüyor."
Ben çok netim... Geçen yazıda da söylediğim gibi "şu an sürecin nereye evrileceğini bekleyip görmemiz lazım" diyenlerdenim.
Çünkü süreç daha su götürür.
Ama, bu "karşıdan bakalım(!)" anlamına gelmiyor, bilmezden gelenlere, ihmalkarlara, hafızasızlara açıkça söyleyeyim "Suriye'de düzen ancak Türkiye ile tesis edilir."
Ne mi diyorum?
Suriye'deki her bir olay, Türkiye'yi iki cihetten etkiliyor:
Evvela, Türkiye'yi tanımlayan tarihi coğrafya içinde Suriye, yüz yıllık bir ayraç olarak durmakta. -kimse hemen nem kapmasın, dediğim gayet açık; kimlik tanımı yaparken tarih ve coğrafya önemli bir unsur. "Biz dedik oldu" ile olmuyor, tarihin bıraktığı birçok mesele gelip seni buluyor.
İkincisi, İngiliz jeopolitiğinin şekillendirdiği yüz yıllık ayracın kapatılarak, yeni bir jeopolitik tasarımın yapılmak istendiği zeminde oluşan terör dalgasının Türkiye'yi doğrudan tehdit etmesi.
Her iki durum da Türkiye'nin ontolojisiyle/varoluşuyla doğrudan ilişkili.
Dolayısıyla dinamik bir süreç yönetimine ihtiyaç var.
Bunu yapabilmek için de tarih ve coğrafyayla bütünleşmiş bağımsız bir siyasete yaslanmak zorundayız.
Türk devleti tam da buradan hareket ediyor.
Son zamanlardaki beyanatlara baktığımızda da düzen tesis edecek özgüveni de görüyoruz.