Suriye ile aramız sımsıcak iken en fazla sevinenlerden biriydim; şimdi ilişkiler buz kesti, ne kadar üzüldüğümü bilemezsiniz...
1979 yılının büyük bir bölümünü Suriye’nin başkenti Şam’da geçirdim. Bir grup arkadaşla çıktığımız Ortadoğu gezisi boyunca uğradığımız her durakta ‘’Burada kalayım’’ kararı verebilirdim; Şam’ı gördüğümde doğru yerin orası olduğunu hemen anladım. Amacım Arapça’mı ilerletmekti. Karşıma çıkan genç Türkler, hem klasik hem de modern yöntemler uygulayan okullar bulunduğunu anlatınca, klasikle daha önce tanıştığım için modern yöntemle eğitim veren okulun kapısına dayandım.
Kentin en işlek caddesi sayılabilecek Salihiyye’deydi okul. Adı ‘Yabancılara Arapça Öğreten Enstitü’ olduğu halde, binasına sığındığı ve sabahları derslerin sörler gözetiminde Fransızca verildiği bir kız lisesinin adıyla anılıyordu: Dar-üs Selâm... Dünyanın dört bir tarafından gelmiş çok sayıda yabancıya Arapça öğretiyordu Dar-üs Selâm...
Baas Partisi gerçeğiyle ilk orada tanıştım. Okulun iki tip hocası vardı: Garibanlar ve küstahlar... Küstahların Baas üyesi olduğu ve ne yaparsa yapsın yanlarına kâr kaldığı örneklerle anlatılıyordu. Öyle birinin sınıfında geçirdiğim iki ay, Suriye gibi bir ülkede, yabancılarla sonucunu göze almadan asla yıvışamayacak bir öğretmenin, arkası olduğuna inandığında, küstahlığının sınırsız olabildiğini hatırlattı bana...
Güney Amerika ülkelerinden birinin Şam büyükelçisinin ‘’Babamın görev yeri olan ülkenin dilini öğreneyim’’ merakıyla okula kaydını yaptırmış kızı, o hocanın sululuğu yüzünden, bir süre sonra derslere gelmemeye başladı. Şikâyetçi büyükelçiye kapıyı göstermişti okul yönetimi...
Okulda herbiri değişik amaçlarla Arapça öğrenmeye çalışan pek çok yabancı vardı. Oxford’ta Ortadoğu üzerine doktora yapmakta olan ve Türkçe de bilen bir İngiliz... Bochum Üniversitesi’nde İslâm dini eğitimi alan bir Alman... Fransa’nın Şam Büyükelçiliği’ne çıkan ilk yurtdışı görevinde ‘’Bana bundan sonra hep Arap ülkeleri düşer’’ öngörüsüyle harıl harıl dil öğrenme derdine düşmüş Fransız...
Türkiye’den gelme sadece birkaç genç vardı ve onların çoğu da üniversiteye giriş sınavlarında başarılı olamamış gençlerdi. Şam hükümeti komşu kentten gelen gençleri istedikleri fakülteye kabul ediyor, burs da veriyordu. Türkiye’den Suriye’ye giden dindar aile çocuklarıysa, klasik eğitim veren okullarda okuyor, lise diploması almayı başaranlar Kahire’deki El-Ezher Üniversitesi’nin yolunu tutuyordu.
Modern Arapça öğrenen ve Suriye’de üniversitelere girmeyi tercih edenlere karşılık klasik eğitim alanların sayısı çok fazlaydı.
Bir bayram arefesi kaldığım evin kapısı çalındı. Kapıya dayanan nur yüzlü bir adam, beni ısrarla birkaç sokak arkadaki Hamidiye Çarşısı’na davet ediyordu. Meğer çarşı esnafı Türkiye’den eğitim almaya gelen öğrencilere bayram öksüzlüğü yaşatmama amaçlı bir vakıf kurmuş, arefe günü her birini tepeden tırnağa giydirirlermiş...
Çok asil bir davranış olarak gözükmüştü gözüme...
Müslüman mahallesinde otursam bile çevredeki klasik okullardan birine devam etmediğimi ve ihtiyacım da olmadığını anlatarak adamı caydırmaya çalıştım, ama nafile...
Dar-üs Selam’daki Alman arkadaşım ev aradığımı öğrenince, kentin daha çok Hıristiyanlarca mesken tutulmuş Bab Toma mahallesine sürükledi beni. Yanımda bir Alman’la daha önce bir odasında onun bir ülkedaşının oturduğu eve bakmak üzere gittiğimde, evsahibi beni de aynı memleketten sanmış olacak ki, ‘kiracılarını özellikle Avrupalılardan seçtiğini, asla Müslüman kiracı kabul etmediğini’ anlatmaya başladı...
Alman arkadaşımla birbirimize bakıştık...
Suriye hakkındaki yorumlarım yalnızca kitabi bilgilere dayanmıyor; ülkede hayatın içinde yaşayarak edinilmiş izlenimler yol göstericim oluyor.
Eğer sabrınız var ve bekleyebilirseniz, sizleri Şam sokaklarında dolaştırmaya, bunu yaparken de insanların ne insan, rejimin de ne insafsız olduğunu anlatmaya devam ederim.