Komşumuz Suriye’de korkunç şeyler olmuş ve olmaya devam ediyor. Mısır’da olanlar da, seçimle gelmiş ve darbeyle devrilmiş bir Cumhurbaşkanının serbest bırakılmasını isteyen insanların üzerine hedef gözetmeden ateş açılması gibi olaylar da çok korkunç idi.
Bu iki ülkenin diktatörlerine, Mübarek ve Esad’a karşı halk hareketleri başladığından beri bendenizin aklını kurcalayan ve bu iki ülkeye mahsus olmak üzere kurguladığım bir kriteri bugün okurlarla paylaşmak istiyorum.
Ortadoğu ülkelerinde ve dahi her yerde diktatörlükler 21. Yüzyılda er ya da geç yıkılacaklar.
Yerlerini de klasik demokratik yöntemlerle seçilmiş iktidarlar alacaklar.
Demokratik yöntemlerin ve süreçlerin doğruluğu zaten ortada ve tartışmasız.
Peki, sürecin sancılı boyutu nedir?
Suriye’de arap baharı filizlenmeye başladığında Fransa’nın Le Monde gazetesinde, Esad rejimi muhalifi bir suriyeli ermeni kadın yazarın, yazısında, Esad rejimine karşı yükselmeye başlayan muhalefete Suriye’nin kadim halkları olan hıristiyanları destek vermedikleri için çok sert eleştirdiğini okuduğumu hatırlıyorum.
Esad rejiminden, çağrıştırdıklarından, yöntemlerinden hiç ama hiç hazzetmeyen biri olarak bendeniz de yazıyı ilk okuduğumda Suriye’nin kadim halkları hıristiyanların tavırlarını garipsediğimi hatırlıyorum.
Ancak, yazı üzerine düşündükçe, Mısır’ı da, Kıpti kiliselerini de hatırladıkça meselenin o kadar da basit olmadığını görüyorsunuz.
Bu iki ülkede, Suriye ve Mısır’da kadim hıristiyan nüfus yüzde on dolayında.
Suriye’de biraz daha fazla, Mısır’da biraz daha az.
Bu iki ülkeye de demokrasi gelecek, gelmesi de şart ve güzel.
Diktatörler devrilecek, yerlerini de seçilmiş hükümetler alacaklar.
Ama bu süreçlerde de bu ülkelerin kadim hıristiyan halklarının tedirgin olmamaları, korkmamaları, demokrasi geliyor diye ülkelerinden kaçış planları yapmamaları da şart.
Söz konusu iki ülke için hıristiyan halkların tavırlarını, endişelerini sadece bu iki ülkeye mahsus bir örnek olarak sunuyorum, mesele bir din meselesi değil, en genelinde bir temel hak ve özgürlükler meselesi.
Sürecin sancılı boyutu derken muradım bu.
Demokrasi, diktatörler istese de istemese de bu yüzyılda Ortadoğu’da galebe çalacak.
Ama bu demokrasi sürecinin gerçekten desteklenmeye lâyık bir süreç olması için demokrasiden, diktatörlüklerin eski maşaları dışında, hiç kimsenin tedirgin olmaması da şart.
Hele hele, bu toprakların kadim halkları bu ülkelere demokrasi gelecek diye ülkelerini terk etme planları yapıyorlarsa, temel hak ve özgürlüklerinin yeni demokratik yönetimler tarafından baş tacı edilmeme ihtimalini yüksek görüyorlarsa, sürece demokrasi demek de ne kadar demokrasi kavramına uygun olur, belli değil.
Uzağa gitmeyelim, kendi ülkemize bakalım.
Cumhuriyetin, kurucu kadrolarından bugüne, 1915’den başlayarak, en büyük siyasi ve taktik yanlışı ülkenin hıristiyan halklarına davranışıdır.
Nüfus içinde hıristiyan nüfusun uzak ara en düşük olduğu Ortadoğu ülkesinin Türkiye oluşu bile başlı başına bir ayıbımızdır.
1915’in (malum), 1923’ün (mübadele), 1936’nın (Trakya), 1942’nin (Varlık vergisi), 1955’in (Yirmibeşoğlu’nun tabiriyle en muhteşem özel harp harekâtı), 1964 (İstanbul rumları), 1973 (Yargıtay bu vatandaşlarımıza yabancı diyebiliyor) başka türlü yaşandığı bir Türkiye daha demokratik bir ülke olurdu, buna hiç kuşku yok.
AK Parti dönemi azınlıkların en rahat ettiği, vakıflarının mülkiyet haklarına büyük ölçüde kavuştukları bir özel dönem ama bu dönemde bile birileri hala Hrant Dink cinayetinin azmettiricisinin bir Ramazan davulcusu olduğuna bizleri inandırmak istiyor.
Suriye’den nerelere geldik ama bu işler biraz böyle.